Ömer Madra, her sabah yaptığı gibi Açık Radyo’da iklim haberlerini sıralıyor: “Şu anda dünyada konuşulan 7000 dilin yarısı 40 yıl içinde yok olacak! Sebep, iklim değişimi ve göçler... Vanuatu gibi… Bu Güney Pasifik ada ülkesinde tam 110 dil konuşuluyor… Adaların ortadan kalkması bu dilleri de yok edecek…”
Dil konusu öteden beri kafayı taktığım bir meseledir. Galiba bunun sorumlusu Tevrat’taki bazı bilindik öyküleri henüz ben küçücükken zihnime kazıyan babaannemdi. Babil Kulesinin öyküsü derin iz bırakanlardan sadece biriydi. Tanrı’nın var olup olmadığını anlamak amacıyla bir gök kule inşaatına girişen binlerce insancık ve onları yukarıdan izleyerek sonunda cezalandıran Tanrı… Layık gördüğü ceza korkunçtur: Kulenin inşaatında çalışanlar, aniden binlerce farklı lisanda konuşmaya başlar! Kaos kaçınılmazdır, inşaat durur, insanlar dünyanın dört bir yanına dağılır.
Babaannem, tatlı diliyle birer masal kıvamında anlattığı her dinî öyküsünün sonuna bir ders eklemeyi ihmal etmezdi. Babil Kulesi için, “Bugün dünyada bunca farklı dil konuşan insanların anlaşamamasının nedeni, Tanrı’yı arama hırsından kaynaklanıyor” demişti, hâlâ kulaklarımda çınlar.
Yaşlı kadın Yidiş başta olmak üzere, Almanca, Fransızca, Lehçe ve Türkçe bilir, bu dilleri zorlanmadan konuşurdu. Buyurun size bir tezat daha! Henüz yeterince gelişmemiş zihnim anlamakta zorlanıyordu. Babaannem ne tür bir günah işlemişti ki, Tanrı onun beynine bunca dili birden yüklemişti? Ama o iyi bir insandı. İnançlıydı da. Sakın bu diller ödül olarak bahşedilmiş olmasındı? Lisan bilgisi sayesinde geniş muhit edinmişti. Aslında küçük ailemin bütün fertleri böyleydi, hepsi istisnasız en az üç dil konuşuyordu. Ben bile Türkçe, Fransızca, Yiddiş ve Judeo-Espanyolcayı henüz doğru dürüst konuşamamama rağmen anlıyordum. Demek oluyor ki biz aslında ödüllendirilmiştik. Herkesle iletişim kurabiliyorduk. Bu bir zenginlikti!
İlerleyen yıllarda dil konusu, kimlik, kültür ve zaman kavramlarıyla birlikte daha çok ilgimi çeker oldu. Yahudilerin neden poliglot oldukları apaçık ortadaydı. Yahudi kültürü büyük ölçüde geleneklerimizden, geldiğimiz topraklardan, fakat aynı zamanda farklı medeniyetlerle olan ilişkilerden beslenmiştir. Yoğun ve zorunlu göçleri esnasında Yahudiler çeşitli dilleri özümsediler, kendi dillerine kattılar. Karmaşık fakat zengin Yahudi kültürünün en önemli unsuru şüphesiz dil çoğulluğudur. Yahudiler hareket ettikçe, konuştukları diller de onlarla birlikte yol aldı. Siz hiç ‘Yenişçe’ diye bir dil duydunuz mu? Yeniş dili, 18. yüzyılda Avrupalı Yahudi hurda tüccarları tarafından kullanılan, mesleki bazı terimleri de içinde barındıran, Yiddişçe ile Romanca karışımı bir dilmiş. Artık yok tabii.
Peki, Yiddişçe konuşan kaç kişi kaldı? Kimi dostlar sorar, “Yidişçe konuşuyor musun?” Utana, sıkıla yanıtlarım: “Ne yazık ki bazı sözcükleri anlamama rağmen hiç konuşamıyorum. Aile büyüklerim ahrete göçerken Yidişçeyi de beraberlerinde götürdüler.”
Ya Ladino? Bizim gazetede Judeo-Espanyol olarak geçiyor. Karen Gerson ve arkadaşları büyük uğraş içindeler bu dili yaşatmak için. ‘El Amaneser’ (şafak) adında aylık bir ek bile çıkartıyorlar. Takdire şayan! Fransa’da yaşayan Bulgaristan göçmeni bir yaşlı karikatürist dostuma bu dergiyi gösterdiğimde gözleri yaşarmıştı; çocukluğunun evinde anadil olarak bellediği, çoktandır belleğinden silinmiş dildeki bir dergiydi elinde tuttuğu. Vefatına kadar çıkan her sayıyı gönderdim kendisine.
Dil bilimciler Ladino’yu modern İspanyolcanın tarihteki bir varyantı olarak tanımlıyor. Pek de haksız sayılmazlar hani. Genç yaşta Barselona’ya yaptığım bir iş yolculuğumda başımdan geçen bir olayı hiç unutamam. Franco dönemiydi ve İspanya’da otoriter rejimin baskısı her alanda kendisini hissettiriyordu. Bir sabah takside yol alırken, İspanyolcadan başka dil bilmeyen şoföre nerede para bozdurabileceğimi sormak istedim. Çat pat İspanyolcamın temeli ailemde konuşulan Ladino’dan geliyordu. Şoföre, “Saves donde puedo trokar moneda?” diye sordum. Adam ani bir refleksle arkasına dönüp bana baktı. Sonra arabayı yavaşlatıp kenara çekti. Eyvah, diye geçirdim içimden, galiba yanlış kişiye yanlış soruyu yönelttim! Taksi şoförü gözlerini fal taşı gibi açmış beni süzüyordu. “Kaç yaşındasın?” Yaşımı öğrendikten sonra ikinci soruyu patlattı: “O kelimeyi nereden biliyorsun?”
Meğer o kelime dediği ‘trokar’mış. Antik İspanyolcada değiştirmek anlamında kullanılırmış. Asırlar içinde ‘cambiar’ olmuş. Tesadüfe bakın ki adamcağızın hobisi nümismatikmiş. Yani eski para koleksiyonu yaparken antik İspanyolcaya da merak salmış. Benim gibi bıyıkları henüz yeni terlemiş bir yabancının bu sözcüğü kullanması adamın aklını başından almıştı. Rahatlamıştım, azınlık dilleri ve kültürleri üzerine uzunca bir sohbete giriştik.
Ömer Madra’nın ‘Guardian’ gazetesinde çıkan makaleden aktardığı haberin devamına göre, azınlık dillerini konuşanların yaşadıkları zulümler sonucunda, Avustralya, ABD, Güney Afrika ve Arjantin'deki yerli dillerin yarısının nesli tükenmiş. İklim krizi, artık birçok yerli dili ve kültürü için 'tabuttaki son çivi’ olarak kabul ediliyor.
Varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden filozof Martin Heidegger, “Dil varlığın evidir” demişti. Bu cümleyi biraz açmak istiyordum ama yazı uzadı. Oysa sözü güncel konuşma ve yazı dilimize, oradan da varlığımıza getirmeyi amaçlamıştım, yer kalmadı. Gelecek sefere…