1914’ün temmuz ayında Almanya İmparatorluğu ile Fransa sınırında, dönemin Alman Komutanı Helmuth Johann Ludwig Von Moltke, analarının evinden cepheye gelmiş gencecik Alman askerlerine umut dolu hamasi bir konuşma yapar ve I.Dünya Savaşı’nın Batı Cephesi’nde Fransız ordularını birkaç gün içinde bozguna uğrattıktan sonra Paris’e zaferle gireceklerini söyler. Genç ve tecrübesiz askerler büyük bir sevinçle Paris hayalini kurarlarken başlarına geleceklerini elbette bilmiyorlardı.
Von Moltke, Alman vatanı, din ve Tanrı adına savaşı başlattıklarını ve zaferin kesinlikle Alman ulusunun olacağını büyük bir kararlılık ve coşku içinde duyururken, askerler güle oynaya, oyun gibi algıladıkları savaş cephesinin yoluna koyulurlar.
Alman Ordusu hızla Fransa sınırını geçerken Fransız Ordusu Paris’e 70 kilometre kala açtıkları ve I.Dünya Savaşı’nın simgesi haline gelen askeri siperlerde karşılar Almanları.
Ve gencecik Alman askerleri hayal ettikleri Paris yerine cehennemi yaşarlar.
Aralıklı olarak tam dört yıl süren Batı Cephesi Savaşı’nda, Fransa’nın yanına İngiltere ve ABD orduları katılınca Alman Ordusu Fransa’yı işgal edemez ve büyük yenilgi sonrası ülkelerinin sınırlarına geri döner. Meselenin kahredici bir tarafı vardır. Her iki taraf da dört yıl buyunca siperlerinden savaşır ve hatlar kilitlenir. 100-200 metreyi kazanmak için dört yıl boyunca Marne ve Verdun cephelerinde toplam 3 ila 4 milyon asker ölür. Sonuç bir hiçtir, sıfırdır.
Ateşkes imzalanır. Savaş biter. Geriye milyonlarca gencecik insanın cesetleri kalır. Bu milyonların çoğunun anneleri çocuklarının cenazelerini bile göremez.
Gereksiz savaş çıkaran tüm komutanlar, liderler gibi Alman generali de gencecik askerleri kandırmıştır, son tahlilde. Fransız gençleri de bu anlamsız savaşın kurbanı olmuşlardır.
Başkalarının çocuklarını sözde vatan, millet ve din adına ölüme gönderenler kötülüğün vücut bulmuş hali olarak insanlık tarihin başından itibaren var olmuş ve bu gidişle de var olmaya devam edecekler…
***
Bu kez 1976 yılının mart ayına gidiyoruz. Arjantin’de bir askeri darbe gerçekleşir; Devlet Başkanı Peron görevden alınarak ülke, başta Rafael Videla, Roberto Eduardo Viola, Leopoldo Fortunato Galtieri olmak üzere cuntacı generallerin yönetimine geçer. Güney Amerika kıtasında gelişen Marksist ve sosyalist hareketi durdurma adına ABD ile işbirliğine giren kıta ülkeleri arasında Arjantin, darbenin en çok ses getirdiği ve dünya tarihine, gençlerini uçaklardan diri diri okyanusa atan bir ülke olarak tarihin kara sayfalarına geçer. Yedi sene süren askeri yönetim esnasında sözde Marksist gerillaları yakalamak adına sosyalist veya cunta muhalifi oldukları gerekçesiyle gençleri tutuklayan, onlara işkenceler yapan darbeci yönetim, on binlerce masum gencin hayatını yok eder. 700’den fazla kurulan gizli tutuklama merkezlerinde gençler en sert işkencelere maruz kalır, tecavüze uğrar ve kimileri orada öldürülür.
Ve en acısı da tam 30 bin ‘desaparecidos’ denilen ortadan kaybolmuş gençlerin kara tarihini yazmış olurlar. Cinayetlerin kayıtlara geçmemesi ve kanıt bırakmama adına binlerce genç sessizce ortadan kaldırılır, kimileri işkence ile öldürülür, kimileri uçaklardan canlı canlı okyanusa atılır. 500 kadar hamile kadın, doğum yaptırıldıktan sonra öldürülüp doğan bebekleri kimi ailelere gizlice evlatlık olarak verilir.
Kötülüğün vücut bulmuş hali olan bu insanlık suçlularının çoğu, Mayıs 1985’te, her türlü tehdit ve baskılara rağmen cesur bir başsavcının hazırladığı iddianame ile görülen davada, müebbet hapis cezasına çarptırılır. 1995’te devlet başkanı olan Carlos Menem askeriyeden gelen baskı ve tehditlere teslim olur, tüm suçlu cunta general ve subaylarını affeder. Lakin 2006’da tekrar yargılanan tüm suçlular tekrar cezaevine girer. Çoğu da birkaç yıl sonra vefat eder.
Davalar hala devam ediyor ve yeni yakalanan işkenceci subaylar teker teker cezaevini boyluyor.
Adalet yerini buluyor ama öldürülen, ortadan kaybolan on binlerce gencin, daha adil bir ülke arayışlarını sadece fikri olarak haykırdıkları için yok edildiği gerçeği yüreklerde onarılmaz yaralar açıyor.
Bugün bile Buenos Aires Mayo Meydanı’nda, kaybolan gençlerin anneleri düzenli olarak toplanıp çocukları için adalet ararken, anneanneler ise öldürülen kızlarının çalınan bebeklerinin bulunması için mücadele veriyor…
Gerçekten de sormadan edemiyor insan; ruhumuza bu kötülüğü ne ve neden soktu diye…
***
“Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” diyen düşünür Theodor Adorno, 20. yüzyılda gördüğü barbarlığı, aklı yücelten ve yöneten Aydınlanmanın çıkış noktasından oldukça fazla uzaklaşmasına bağlar. ‘Araçsal akıl’ adını verdiği insan düşünce yapısının, hedeflerine ulaşma adına her türlü yanlışı ve de son tahlilde kötülüğü yapar hale geldiğini savlar.
Diğer bir deyişle, inancın yerini alan aklın, insanlık sorunsalına dinde olduğu gibi doğru çözümler getiremediğini iddia eder.
Adorno, aklın, aşırı yüceltilmesi sonucu doğadan koptuğunu ve yozlaşmaya neden olduğunu, bu düşünce sistematiğinin, kapitalizmi ve faşizmi doğurduğunu ve dolayısıyla insanın kendini yok etme evresini yaratarak büyük kötülük yaptığını söyler.
Aynı Adorno, insanı bu çıkmazdan ve intihardan çıkaracak yegane aracın yine de aklın kendisi olduğunu savlar…
İnsanlığın kötülüğü ne zaman yeneceği bilinmez. Lakin iyilerin, dayanışma içinde iyiyi çoğaltarak kötüyü en aza indirmek gibi bir kutsal görevi olduğunu söylemekte fayda var.
Yoksa kötücül akıllar insanları bir hiç uğruna öldürmeye devam edecek.
Gençler, bir insanın iki dudağı arasında kalıp heba edilmeye devam edilecekler.