Türkiye’de tarikatlar ve çok ciddi bir tarikat anlayışı problemi var. Ve bu problem ‘kurban-kurtarıcı-zorba’ üçgeninden bir türlü kurtulamıyor. Önce birileri kurban oluyor sonra o kurbanlar rol değiştirip, üçgende duruma-döneme göre uygun yerler buluyor. Bu döngünün farkında bile olmayan kitleler ise belli kalıplar üzerinden hayatı görüyor.
Türkiye açısından çok hassas bir konu olduğunun farkındayım. Fakat daha önemli bir şey var.
Biz bu ısıtılan yemeği tekrar yiyemeyiz. Aynı filmi tekrar göremeyiz! Yine rövanşizmi çağıramayız. Çünkü bunun bedeli çok pahalı ve ödemesi çok uzun sürüyor!
Belki hatırlamak lazım 12 Eylül sonucu ve 1982 Anayasası ile okullara zorunlu din dersleri geldi. Öte yandan önleri açılan devletin himayesindeki tarikatlar ve Kenan Evren'in dilinden düşmeyen ayetler de vardı.
12 Eylül 1980 sonrası ülke bizzat Türk-İslamcı bir çizgiye çekildi. Gençler solcu olacağına dindar olsun söylemleri kol gezerken… Ülkeyi sağından solundan çekiştiren doluydu.
Neyse günler geçti tarih yaprakları bir bir akarken bu sefer de 90’lar kabusu geldi. Karanlık olaylar, faili meçhul cinayetler, acayip acayip isimler girdi hayatımıza. Bir de özel televizyonculuk doğmuştu. Bodoslama her şeyi gösteriyorlar o zaman. Halk garibim travma üstüne travma geçiriyor. Terapilik yaptılar milleti vallahi taa o günlerde…
Neyse tarikatların karanlık yüzü ifşa edilirken türlü türlü kasetler çıktı. Gerici söylemleri türedi. O dendi, bu dendi. Çok ciddi operasyonlar yapıldı.
Yani 80’lerin aksine 90’lar onları başka bir şeye dönüştürdü. Sonra ikna odalarından tutun Erbakan ve 28 Şubat’a dayanan bir dolu olay yaşandı. Artık derin mi bilemem ama belli ki bir şey geri sarıyordu. Bana sorarsanız kantarın topuzu yine fazla kaçmıştı.
İşin enteresanı dışardan bakınca devlet, sürekli solcu sağcı demeden vatandaşıyla hep karşı karşıya kalmış gibiydi. Devlet bir ona karşı, yıllar sonra ötekine karşı gibi acayip bir durumdu. Yani en basit haliyle böyle görünüyordu…
Sonra tüm bu süreçler 2002 seçim sonuçlarını getirdi. Beklenmeyeni belki de bekleneni bilmiyorum ama iktidara taşıdı. Derken yıllar geçti. Aynı zamanda oy deposu görünen tarikatlarla ilişkiler kuruldu, bazen bozuldu, sonra başka kuruldu. Derken devlette bazı görevlere atandılar ya da baya baya iş hayatına girdi tarikatlar.
Bu arada esaslı sorular da sorulmadı. Mesela; tarikatlar okul açabilir miydi, sağlık grubu ya da hastane sahibi olabilir mi ya da ticari faaliyetlerde bulunabilirler miydi?
Sonra biliyorsunuz işler geldi altı yaşında bir kızın evlendirilmesine dayandı. Açığa çıkan hikaye ve tarafların itirafları Türkiye’de şok etkisi yarattı. En son; duruşma günü protestoya giden tarikatlar “Azgın azınlığa yol verme” diye slogan attılar.
Fakat öyle görünüyor ki, olaylar yine başka yerlere taşınmak isteniyor.
Hatta öyle görünüyor ki, şimdi devran yine dönüyor ve birilerine belki yol görünüyorsa, gelirken getirdiklerini de götürmeleri mi isteniyor. Anlamadım. Belki de ben yanlış görüyorum.
Belki de birileri onlara biz olmazsak haliniz ne olur da diyordur. Kim bilir?
Her ne olursa olsun aynı hataya düşmememiz gerektiği kanısındayım. Açıkça şunu demek istiyorum. Kimin neden tamamen oralarda olduğuna hakim değiliz. Bu yapıyı elbette art niyetli kullananlar da var. Ama yurt bulamadığı için oralara sığınanlar da oldu. Ya da elinden tutan onu okutan bir devleti olmadığı için kendine oralarda yer bulan insanlar oda oldu. Ne olur bana “Ama onlar da girmeseydi” demeyin. Çaresizlik insana neler yaptırır/yaptırdı bilemeyiz, başımıza gelmeden bilemeyiz. Şimdi öyle ya da böyle ikincil faydadan ötürü yani okul, ev, iş, aş bulabilmek adına oralarda olan insanları topluma kazandırmak zorundayız. 90’lar söylemlerine düşüp ‘gericiler’ diye binlercesini etiketlemek ancak yine birilerinin oy ekmeğine yağ sürer. Bir de zamanın darbeci dedeleri belki yattıkları yerden sevinir.
Türkiye eğer bir dönüşüm ve normalleşme devranına evrilecekse sosyal devlet olmak zorunda. Yoksa birileri bu tarikat adresini sadece Yandex’te aramaz.
Yani diyorum ki, burası bir yapı ya, oraları diyelim ki küt diye kapadın, o yapıyla ne yapacağını, nereye yönlendireceğini de düşünmen gerekir ya devlet olarak! Savaşmak yerine içeriden çözmek eksiltmek gerekir ya!
Çünkü hani eğitim düzeyimiz yüksek değil ya! Sırf sözle olmuyor ya!
Yani sadece tarikatları suçlamak en kolayı hepimiz çıkıp ey gericiler diye bağıralım, utanmıyor musunuz diye haykıralım! Eeee ne olacak? Hiç!
Unutmayalım ki; Türkiye’nin sosyal devlet olamayışı ve yasalarına sıkı sıkıya sarılmaması en büyük sorunumuz.
Hafızan Yeter 2
Seçim geliyor ya vaatler yani hayaller zenginlikte eşitlenmek ama gerçekler yoksullukta herkesi eşitleyecek bu gidişle. Enflasyondan bahsetmiyorum bile. Sadece yorumsuz bazı rakamlar verip yazıyı bitireceğim. Yorumu okuyunca siz yaparsınız.
2002’de kurumlar vergisi yüzde 33’dü. Sonraki yıllarda kurumlar vergisi yüzde 20’ye indi. Yine 2002’de bir çalışan ortalama olarak yüzde 19 vergi veriyordu, şimdi yüzde 26.
18 yılda sermaye gruplarına verilen teşvikin değeri 400 milyar dolar oldu. Vergi indirimlerinden ve feragatnamelerinden yani devletin vazgeçtiği vergilerin miktarı ise 2022’de 995 milyar TL.