“Dil varlığın evidir” diyerek sonlandırmıştım geçtiğimiz ayki Kıymık yazısını. Varoluşçu felsefenin önemli isimlerinden Alman filozof Martin Heidegger’den cımbızladığım bu sözler, aslında insanın dile aktaramadığı hiçbir düşünceyi hayata geçiremediğini anlatıyor. Yani düşünceyi aktaramadıktan sonra kişinin kaç dili konuşup yazdığı pek önemli değil…
Ocak ayının sonlarına doğru, Şalom yazarı güzel dost Mois Gabay’ın müthiş rehberliğinde kısa bir Kars gezisi gerçekleştirdik. Gabay’la birlikte on üç kişilik küçük bir gruptuk. Gezi kısa sürse de çıkardığım dersler aksine yoğun oldu. Burada dilin mimariye nasıl yansıdığına birebir şahit oldum. Malumunuz Kars kenti, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonundan, 25 Nisan 1918 tarihine kadar 40 yıl boyunca Rus işgali altında kaldı. Bu süreç içeriside Ruslar şehirde yeni bir imar çalışması başlatmış ve kendi mimari anlayışlarını Kars’a taşıyıp uygulamışlar. Kentte gezinirken çoğunlukla kamusal kuruluşlara ait olan binalardaki Baltık mimarisine sıkça rastlanıyor.
Mois Gabay’ın anlattığı bir anekdotu aktarmadan geçemeyeceğim: Kars’ta bir gazeteci yaşlı bir adamla röportaj yapıyormuş. Sormuş amcaya: “Nasıl, belediyemizin hizmetlerinden memnun musun?” Yaşlı adam cevaplamış: “Allah dövlete, millete, bölediye başganımıza zeval vermesin!” Üstelemiş gazeteci, “Hiç sıkıntı yok mudur?” Ikınmış, sıkınmış adam, sonunda, “Vardır” demiş. Heyecanlanan genç gazeteci merakla atılmış, “Söyle, nedir nedir?” “Bak gardaş, doksan sene önce buraya Ruslar gelmiştir… Ha bu binaları, çeşmeleri, yollari, koprileri yapmişlardır… Ondan sonra gettiler… Eyi de, doksan senedir insan bi kere olsun Kars’a bakak, yolları bozulmişsa, kanalları tıkanmişsa tamir edek demez mi!”
Fethiye Camii de Rus mimarisinin tipik örneklerinden biriymiş. Kars’ın merkezinde 19. yüzyılın sonlarında Ruslar tarafından inşa edilen yapı, aslında Aleksandr Nevski Kilisesi ya da halk dilinde Kazak Kilisesiymiş. 1915 Ermeni tehciriyle birlikte cemaat kalmayınca atıl kalmış. 1953 yılına gelindiğinde, binanın tipik soğan şeklindeki çatıları sökülmüş, çan kulesi yıkılmış, mekan spor salonu olarak kullanılmaya başlanmış. Derken, 1984 yılında binanın sağına ve soluna birer minare eklenmiş, adı da Fethiye Camii olmuş. Şöyle ki adıyla birlikte binanın dış görüntüsü tamamen değişti. Şimdiki dilinin tanımını mimarlara bırakıyorum…
(1953’ten sonra)
Yeri gelmişken değerli dostum Aykut Köksal’ın sahibi olduğu Arketon Yayınlarına kısaca değinmek isterim. Köksal, mimari konularda yirmiyi aşkın birbirinden nefis kitap yayınladı şimdiye kadar. İnanın bu kitapları okumak için illa ki mimarlık diploması gerekmiyor, mimariye ve kent kültürüne biraz ilgi duymak yeterli; ay başında yaşadığımız korkunç felaketin travmasını henüz atlatamadığımız bugünlerin karanlığında birer fener bu kitaplar! Akademisyen mimar Rifat Gökhan Koçyiğit, Arketon Yayınlarından çıkan, ‘Bu Mekân Artık Bu Yer Değil’ kitabının önsözünde, “Köksal’ın Türk sanat aktüalitesini sürekli canlı tutmaya yönelik çabalarını bir Rönesans entelektüelinin çok yönlülüğü ile karşılaştırmak abartılı olmaz” diyor.
Aykut Köksal ‘Türk sanat aktüalitesini’ canlı tutmak için çabalayadursun, bir başka cengaver (!) farklı alanda adını dünyaya duyurmak için elinden geleni ardına koymuyor. Bu kişinin adı Şahin. Biz onu ‘Tosun’ kod adıyla tanıyoruz. Hani okullardaki hela kapılarından tutun da, bulduğu her duvara adını kazıyan, çocuksu vecizeler karalayan, çirkin pornografik (resim demeye dilim varmıyor) şekiller çizen Tosun. Ani Antik Kentini gezerken bin yıllık Meryem Ana Katedrali’nin kubbesinin altında, bazı fresklerin, oymaların üzerinde, hatta en erişilmesi güç yerlerde bile “Şahin” adının hunharca kazılmış olduğunu görmek insanın içini acıtıyor. Mois Gabay’ın demesine göre bu Şahin ülkedeki çok sayıda tarihi beldeyi gezmiş. Mağara adamları yazıyı keşfetmeden önce duvarlara resim yapardı, şimdilerde isimlerini yazmayı öğrenmişler! Vasatın varoluşunu ispatlama tarzı böyle olsa gerek, diyecek başka söz bulamıyorum!
Fakat sayın Şahin sana kötü bir haberim var, Kahramanmaraş merkezli depremler, tarihî yapılara senin veremediğin kadar büyük hasar verdi. Anadolu'nun ilk camilerinden biri olduğu bilinen Antakya'daki 14 asırlık Habib-i Neccar Camii depremde tamamen yıkıldı. Tarihi Antakya Sinagogu da gitti. Ülkemizin en güzel on kilisesi arasında sayılan Azizler Petrus ve Pavlus Rum Ortodoks Kilisesi de yok oldu. Şayet buralara uğrayıp imzanı attıysan, bil ki o imzalar da artık yok!