Shakespeare’in oyun kahramanı Hamlet’e öykünerek desem ki: Anlatmak ya da anlatamamak, işte asıl sorun bu!
İlişkilerimizde, birbirimizi anlamak için dilimiz, inancımız, geleneklerimiz elbette ki önemlidir, ama sanırım yeterli olmuyor. Birçok ortak değeri paylaşan insanların bile nefret duygularıyla hayatlarını sürdürdüklerini görüyor, duyuyoruz. Bırakın aynı ülkede, aynı kentte yaşayanlarda, komşuluk, hatta kardeşlik ilişkilerinde bile bu davranışlar olağan sayılabiliyor. Bu yüzden ortak payda olarak gördüğümüz birçok değer, duygu etmeni eksik kaldığı sürece, ne yazık ki bir anlam kazanmıyor. Bir başka deyişle benzer duyguları hissetmedik, duygudaşlık kurmadıkça karşımızdakilerle ilişkimiz her zaman sorunlu oluyor.
İyi de bu hissettiklerimizi karşımızdakilere nasıl anlatacağız. Elbette ki, sözcüklerle! Yaklaşımımız ne denli önemliyse de, bunu uygun sözlerle desteklemediğimiz sürece bir anlamı olmayacaktır.
Okurken, okura seslenirken, konuşurken sürekli sözcük dünyasının içindeyim. Her birinin kendi yalın anlamları dışında, mutlaka bana anımsattıkları, çağrıştırdıkları vardır. Bir başka deyişle duyduğumuz her sözcüğe, bilgilerimiz, birikimlerimiz doğrultusunda hepimiz farklı anlamlar yükleyebiliyoruz. Ayrıca kimi içimizi ısıtır, kimi kızdırır, kimi gülümsetir, kimi kışkırtır, kimi yaralar, kimi de üzer. Dile geldiklerinde, sözcüklerin öyle bir gücü olduğunu her fırsatta görüyor, biliyoruz.
Ahmet Oktay, Beş Kuruşa Aşk Şarkıları şiirinde şöyle diyor:
“En sevdiğim kelimeler gibisin / örneğin öfke gibi / hani bir zamanlar / dağda ve sokakta açan. / Örneğin umut gibi / günde, gecede yitip durduğumuz zeytin dalını dal eden./ Örneğin aşk gibi denizlerin üzerinde yürüten. / Örneğin kavga gibi yüreğimi sıkı, saçlarımı kara tutan / kayaları yumuşatan kavga gibi.”
Öte yandan Cemal Süreya, Sevda Sözleri’nde şöyle diyor:
“Sesinde ne var biliyor musun / Söyleyemediğin sözcükler var.”
Kimi zaman söyleyemediğimiz sözcüklere bile farklı anlamlar yükleyebiliyoruz.
George Orwel, ünlü 1984 romanında her yıl sözcüklerin giderek azalacağını, anlayış alanının biraz daha daralacağını söylüyordu. Günümüz gençlerinde ne yazık ki bunu görebiliyorum. Kullandıkları sözcükler sürekli sınırlanıyor. Dilin olanaklarını zenginleştirmek yerine kendilerini daha dar kalıpların içine sıkıştırıyorlar. Yazışmalarda sesli harfleri bile çok görerek, sözcükleri yozlaştırıyorlar. Böylece şiir sevenler azalıyor, şiirsellik de ne yazık ki yok olmaya doğru gidiyor.
Sözcüklere egemen olmasını bilenler, insanları da istedikleri gibi etkileyebiliyorlar: Yönetebiliyor, yönlendirebiliyor, umut verebiliyor, kendilerine âşık edebiliyor, aldatabiliyor, savaş açabiliyor, barış yapabiliyorlar.
Her şey sözcüklere yüklenen anlamlar kadar, onu kullananların becerilerine ve dinleyenlerin algılama güçlerine göre önem kazanıyor. Öyle ki, bir sözcüğe yapılan vurgu farklı anlamları da beraberinde getirebiliyor.
Sözcükler söze dönüştüklerinde, sınırlarını kestiremediğimiz birer güç olduklarını biliyoruz. Bizi hem başarıya hem de güzelliğe götüren yolu, ancak bu güçle aşabileceğimize inanıyorum.