Genellikle her ay yazımı gönderdikten hemen sonra, bir sonraki ay ne yazmalıyım diye düşünmeye başlarım. 5 Şubat Pazar günü, ‘ne yazsam’ın yanı sıra dönem bittiği gibi bir sonraki dönemin derslerini hazırlamaya fırsat bulamadan ve asla soluklanmadan başlayacak olan bahar yarıyılına, birkaç haftaya yetişmesi gereken kitap bölümlerine ve makalelere, bu da yetmezmiş gibi öğrencilerin not itirazlarına hayıflanıyordum; her dönem sonu olduğu gibi… Ta ki, pazartesi sabahı eşimin, “Maraş’ta büyük deprem olmuş” cümlesiyle uyandırılana dek…
Önce 8 Ocak’ta Pasifik’te, Vanuatu açıklarında 7 büyüklüğündeki, ardından 18 Ocak’ta Endonezya yakınlarındaki Maluku Denizi’nde aynı şiddetteki iki depremin ardından birbirimize bakıp bir şeylerin çok yaklaştığını yarım ağızla söylüyorduk, ancak sabahın o saatinde ‘Maraş’ta büyük deprem olmuş’un boyutlarını tahmin etmem oldukça güçtü. Televizyonu açmaya gitmek için en fazla on adım atma süresince İzmir’deki gibi bir veya iki binanın sağlam olmadığını düşünerek çöktüğünü tahmin etmiş; şiddetini 5 veya 6 civarı olarak yorumlamıştım. Televizyonu açtığımda ise bir süre şoka girdiğimi hatırlıyorum. Önce hiç sesim çıkmadı, çünkü gözyaşlarım konuşmamı engelliyordu ve nefes almakta güçlük çekiyordum. Kendimi toparlayıp bir yandan hızlıca oraya buraya yürüdüğümü ve tüm eve “Kalkın! Çok kötü, çok!” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Elim ayağım öylesine birbirine dolanmıştı ki gözlerim İsrail’de yaşayan tanıdıklarımızın ileti zamanı ‘2 hours ago’ olarak sosyal medyaya düşen ‘Çok kötü sallandık!’, ‘Deprem!’, ‘Şiddetli bir deprem oldu!’ gibi paylaşımlarının üzerinden hızlıca geçerken aklım, o sıra haber sunucusunun okuduğu “On ili vuran deprem başta Suriye olmak üzere çeşitli ülkelerde de hissedildi. Lübnan, Kıbrıs, Irak, İsrail, Ürdün, Mısır ve İran’da da hissedilen ve…” sözlerini idrak etmeye çalışıyordu.
Anne tarafımın uzak akrabaları Antep’te olduğu için ilk iş onlara ulaşmaya çalıştık. İyilerdi, kendilerini dışarıya nasıl attıklarını bilmiyorlardı. Depremin 1,5 dakika sürdüğünü, korkudan eve giremediklerini söylüyorlardı. Annemin dediğini hatırlıyorum, “Bir buçuk dakika sürer mi hiç… Korkudan saniyeler ne kadar uzun gelmiş, baksana…”
Doğruydu ne yazık ki. Hem bu şiddette hem de bu kadar uzun. Sonrası zaten depremi yaşamayan ve yine de iyi haberler alabilmek umuduyla bir yandan telefonlarını eline alan, diğer yandan sürekli olarak bir kanaldan bir başka kanala geçen hepimiz gibi kısır bir döngüye girmek oldu. Gitmedim o gün kampüse; gidemedim. Evde televizyona ve telefona mıhlanıp kaldık. Bir taraftan kendileri, aileleri veya akrabaları deprem bölgesinde olan bölüm öğrencilerine ulaşmaya çalışıyor, diğer yandan haber alamadığım çocuklar olursa endişeyle ve dua ederek bekliyordum. Ve çok geçmeden ikinci deprem canlı yayın esnasında, gözümüzün önünde oldu. Saatler ilerledikçe yıkımın boyutları, çok uzun süre ulaşılamayan nice hane ve günlerce yardım isteyip de cevap alamayan onlarca kişi oldu.
Süreçleri ve yaşananları biliyorsunuz… Elimizden geldiğince yardım etmeye çalışmak, ama her seferinde gelen yetersizlik ve çaresizlik hissi. Yemeye, içmeye, gülümsemeye, uyumaya utanır olmak… Ağlamak; her gün ağlamak… Öyle büyük bir girdaba takıldık ki yaşları henüz 3 - 4 olan çocuklarımız bile ölümün, çaresizliğin, yokluğun, acının ne olduğunu öğrendi.
Bu zaman zarfında dünyanın her yerinden gelen arama kurtarma ekipleri aynı 1999 Marmara Depremi’nde olduğu gibi yüreklere kazındı. Marmara Depremi’nin Türk-Yunan ilişkileri açısından çok büyük bir kırılma olduğunu yeniden hatırlatmak isterim. Öcalan kriziyle iki ülke arasında tansiyon iyice yükselmişken yaşanan depremlerle yardıma koşan ilk ekiplerden olan Yunan arama-kurtarma ekibi sayesinde birbirini neredeyse hiç tanımayan halkların arasına çekilen set aşılmış ve ders kitaplarına nefret diliyle yazılan tüm içerikler kaldırılmış; döneme Dışişleri Bakanları İsmail Cem ile Yorgo Papandreu damga vurmuştu. Aynı şekilde İsrail’den gönderilen arama-kurtarma ekipleri için de övgüler yağdırılmış, hatta Gölcük’ü İsrail’in inşa edeceği yazılmıştı. Siyasetin bir ileri iki geri taşıdığı Türkiye-Yunanistan, Türkiye-İsrail ve hatta Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde de Büyük Felaket aynı şekilde tüm olumsuzlukları öteledi. Tehditlerin ve dalaşların azaltılması ya da tamamen ortadan kaldırılması için her seferinde canların mı harcanması gerek sözü öfkemizde yankılanırken Yunan ekibinden Kostas Athanasopulos’un kurtardığı küçük kızın ardından ağlayarak ekip arkadaşına sarılması, Yosefit Moşe’nin enkazdan ağır yaralı kurtarılan Aras’la ülkesine dönene kadar yakinen ilgilenmesi ve küçük çocuğu kucağında uyuttuğu fotoğraf karesi, en son 1988'de Spitak veya Gümrü Depremi olarak tarihe geçen 7.2 büyüklüğünde Ermenistan'da yaşanan depremde Kızılay tarafından toplanan yardımların gönderilmesinden tam 35 yıl sonra yeniden benzer bir acı olay için açılan Margara (Ermenistan)-Alican (Türkiye) sınır kapılarından beş tır insani yardımla gelen 27 kişilik Ermeni arama-kurtarma ekibi ve sayısız anı dilerim ki felaket olmaksızın halkların bir arada olmasının Milat’ı olur.
Felaketler yarıştırılır mı; bilmem, ama birçok kişinin de tarif ettiği gibi bu deprem hiçbir felakete benzemiyor. Tam da bu yüzden Büyük Felaket olarak anılıyor ve aradan haftalar geçmesine rağmen zaman sanki o güne, o saate takılı kalmış gibi hissediyoruz. Şüphesiz ki başarılı bir yönetimle ve ekonomik seferberlikle tehlikede olan tüm şehirlerde önlemler çok öncesinden alınıp yıllar önce uygulanmaya başlanabilir, bunca canımızı yitirmezdik. Ancak resmi rakamlara göre 41, hayatta kalanların aktardığına göre 41 X 2 bin kaybımızın yanı sıra uzmanların defalarca söylediği Marmara’yı vuracak olan depremin artık çok yaklaşmış olduğu, Helen Yayı’nın hareketlenmesi halinde Ege ile Akdeniz’in büyük tehlike altında olması, maddi sebeplerden ötürü neredeyse hiçbirimizin bireysel olarak çare üretemiyor oluşu ve bu seferberliğin hâlâ başlatılmıyor olması bizleri büyük bir depresyona, korkuya ve paranoyaklığa itmeye başladı. Bazı kişilerin homurdandığı bir şey var; bu gerçeği yıllardır biliyordunuz, o zaman niye konuşmuyordunuz diyenlerin sayısı anlamakta güçlük çeksem de azımsanmayacak çoğunlukta. Oysa biliriz; bir gün kendimizin de sevdiklerimizin de öleceğini her gün biliriz. Öyle bir an gelir ki ölümcül bir hastalıkla savaşan sevdiğimizin ölümünün yaklaştığını da biliriz. Ancak biri gelip bize ‘öldü’ diyene kadar, hatta gidip onu o şekilde görene kadar ve daha da ileri giderek o kişiyi toprağa verene kadar ölmüş gibi gelmez bize. Sanırım şu an böyle bir ruh halindeyiz…
Geçmiş olsun demek çok istiyorum, ama geçmedi; geçmiyor.
Hepimizin başı sağ olsun.