Yengem doktor, en yakın arkadaşlarımız sevgili ‘doktorlar’ olmalarına rağmen 10 senedir Şalom’da tıpla ilgili bir tek makaleme rastladınız mı?
Bu eksikliğimi gidermem şarttı.
Bu meyanda bir parantez açayım. 2023 yılı ünlü Fransız yazar ve aktörü, çok sevdiğim ve komedilerinin neredeyse tamamını okuduğum, Molière’in 350. ölüm yıldönümüdür. Bildiğiniz gibi onun doktorlarla arası pek iyi değildi1.
Hayatından küçük bir anekdot paylaşayım:
Moliere hastalanmıştır. Eve doktor çağırılır. İki doktor gelir. Kapıyı hizmetçi açar… Doktorları salona alır. Yatak odasına gider ve doktorların geldiğini haber verir. Molière doğrulur, kızcağıza “Doktor beylere söyle lütfen, hastayım. Onları bu halimle kabul edemem” der.
Diğer bir deyimle şimdiye kadar tıp konusuna dokunmamış olmamın Molière hayranlığı ile bir ilgisi yok diyorum ve parantezi kapatıyorum.
Efendim, ülkemizde Tıp Bayramı daha doğrusu ‘Tıp Haftası’ niye 14 Mart’ta kutlanır?
14 Mart 1827, Sultan İkinci Mahmut döneminde, Hekimbaşı Mustafa Bahçeli’nin önerisi ile modern tıp eğitimi veren okulun, Şehzadebaşı’nda, Tulumbacıbaşı Konağında ‘Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire’ adıyla kurulduğu tarihtir.
Ancak ilk tıp gününün anılması 14 Mart 1919’da tertip edilir. O gün tıp öğrencileri ve sonradan onlara katılan doktorlar İstanbul’un işgalini protesto için bir araya gelmişlerdir.
Böyle bir girizgâhtan sonra doktorla ilgili şahsi hatıralarımdan bahsetmesem olmazdı.
Efendim küçükken evde hepsi birbirinden aktif, yerinde duramayan dört erkek kardeştik. Okul olmayan günlerde eve sadece öğle yemeğine, akşam yemeğine ve uyumaya gelirdik… Sabahtan akşama sokakta, mahalledeki arkadaşlarla beraber kar, yağmur, çamur demeden aklınıza gelen gelmeyen oyunlar oynardık.
Tahmin edebileceğiniz gibi yaralanma, berelenme vakaları hariç her türlü yan etkilerden dolayı birimiz mutlaka hastalanırdı. Bu yüzden de rahmetli Dr. Çohacis adeta ailemizin bir ferdi olmuştu. Dr. Çohacis eve gelinceye kadar annem sürekli endişe içinde dolanır dururdu. Ama doktor içeri girince adeta ortam değişir, sakinleşir, onu hasta olanımızın yanına getirirdi. Muayene en fazla beş, bilemediniz on dakika ya sürer ya sürmezdi. (En berbat tarafı ağzımıza sokulan kaşıktı.) Muayene bittikten sonra doktor salona geçer, babamla beraber bir sohbet bir muhabbet, çaylar kahveler derken bir saat orada geçerdi. Artık hastayla ilgilenen kalmazdı çünkü doktor herkese güven ve huzur vermişti.
Salgın bizde kaçınılmazdı. Birimiz mikrop veya virüs kaptık mı sıradan giderdik. O bizde kalmaz mahalleye bile yayılırdı… Bu konuda en güzel anım suçiçeğine yakalandığımız dönemdi…
Mahalleli suçiçeğine yakalandığımızı duyduktan iki gün sonra, ev adeta bayram yerine döndü. Bütün aileler çocuklarını bizimle oynamaya gönderiyordu. Asıl maksatları kendi çocuklarının da mikrobu kapıp bu hastalığı erkenden geçirmelerini ve bu dertten bir an evvel kurtulmalarını sağlamaktı.
Evin halini tahmin edersiniz. Sağlam bir eşya kalmadı. Salonda futbol oynamaktan tutun yemek masasının iki kanadını açıp ping pong turnuvasına kadar her türlü muzırlık yapıldı.
Babam şaşkın ve kızgın doktora telefon açınca o da gülerek “Mösyö Aji bu hastalığın nekahet dönemi biraz pahalıdır, başka mahzuru yok” dedi ve geçti.
Günümüze gelince… Kulunuza göre ‘Check-up’ dönemi başladığından beri Doktor-hasta ilişkileri değişime uğramaya başladı2.
Her şeyden evvel bir tek doktor yerine neredeyse vücudunuzun her organının ayrı bir uzmanı olduğunu öğreniyorsunuz. Ama önce bir pratisyen hekime sizi ‘sevk’ ediyorlar. O sizi bir muayene ediyor. Sonuçta sizden ‘rutin’ (ne olur ne olmaz anlamında) kan, idrar, af edersiniz, dışkı tahlilleri istiyor. Bununla bitmiyor. Röntgen, elektro ve sonografi vs.’ye ‘havale’ ediyor. Bazen de ‘efor’ testi isteniyor. Bütün bu safhalardan sonra insan hastaneden çıktığında halen nefes aldığına şükrediyor…
İlaveten, tüm bu testlerin sonuçlarını beklemek lazım. Şansınız varsa sizi ilk muayene eden hekimle tekrar buluşursunuz, ama ikinci buluşmanız en az bir hafta sonra… Ne oldu ne çıkacak diye bir stres dönemine giriyorsunuz. Buluşma anı gelip de onun karşısına oturduğunuzda masasında bir sürü rapor görüyorsunuz. Heyecan dorukta… Ne diyecek. Kalbiniz küt küt atıyor… Sonuçta sizin tüm teknik aletlerin bulgularına göre -önceden tayin ve tespit edilmiş- uluslararası kabul görmüş değerlerden, ne kadar saptığınızı veya bu değerlere ne kadar uyduğunuzu öğreniyorsunuz. Elinizde bir deste reçete ile ‘seneye görüşmek üzere’ deyip -pek rahat olmamakla birlikte- ayrılıyorsunuz.
Sözü tüm tıp camiasının bayramını kutlayarak ve ünlü şarkının ilk bölümünü aktararak bitirelim:
“Aman doktor/Canım cicim doktor derdime bir çare/
Çaresiz dertlere düştüm/Doktor bana bir çare”
---
1 Büyük Ustanın, Hastalık Hastası, Kaçık Doktor, Âşık Doktor, Aşk Doktoru, Sahte Doktor komedilerini hatırlayalım…
2 Kendimi şanslı hissediyorum ki halen beni görünce beni tanıyan, dertlerimi raporlara bakmadan hatırlayan birkaç doktorum var. Onlara çok müteşekkirim. Ayrıca teşhisi çok kuvvetli, ailece güven ve sevgi ile gittiğimiz Doktor Eli Behmuaras’ı burada anmazsam olmaz.