Bir yer var, biliyorum; Her şeyi söylemek mümkün; Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; Anlatamıyorum. Orhan Veli
Yuva neresiydi? Doğduğu yer miydi? Yaşamını geçirdiği, havasını soluduğu, çocukluğunda sokaklarında koşuşturduğu şehir miydi? İlk öpücüğünü verdiği park mıydı?
Her şey bir gecede değişebiliyordu. Bir anda tüm gerçekliği yok olabiliyordu. Sellerde sürüklenebiliyordu onlu yaşlarından itibaren karalamaya başladığı anı defterleri… Kararabilirdi dünyası. Fotoğraflar, atalarından kalan belki de son hatıralar… Renkleri solmuş fotoğraflar bir yangının alevinde sonsuzda kadar silinebilirdi yeryüzünden. Her sabah güler yüzüyle selamını eksik etmeyen esnafını görmeyebilirdi artık. Sokakları, okula gidiş gelişlerinde taşlarını eskittiği sokakları; gelin çıktığı apartman yok olabilirdi bir gün. Yüreğine kazınmış anıların dışında en sevdiklerinden ayrı düşmek de olabilirdi yazgısında. Depremin, savaşın, susuzluğun sonucu bilmediği topraklara sürüklenmek zorunda kalabilirdi de insan. Kalıyordu da.
Yuva eviydi insanın. Huzur bulduğu, güvende hissettiği, sevgiyi yaşadığı yerdi.
Yuva kimine fırından henüz çıkmış sıcacık kekin, kimine sarımsaklı yemeğin kokusuydu. Bazan temizlik kokusuydu kapıdan girdiğinde burnuna doluşan oh şükür dedirten… Bazan annesini anımsatan o çok özel kokuydu huzura taşıyan. Anneanne yemeklerinin tadıydı, tuzuydu yuva. Filtresiz ve maskesiz olabilme haliydi. İnsanın sarılıp sarmalandığı yerdi yuva. Anneydi, babaydı, sevgiydi, şefkatti. Sevgiliydi, aşktı.
İşler yolunda gitmediğinde sığındığı mağaraydı yuva. Mabediydi geçmişi sorguladığı, geleceği kurguladığı. Umuttu, yaşamdı yuva. Kimi zaman gözyaşlarının sağanağa dönüştüğü, kimi zaman kahkahaların patladığı yerdi.
Bazan orasıydı, bazan burası… Sevenlerinin ve sevdiklerinin olduğu yerdi yuva.
Bazan hiç tanımadığı, şartların zoruyla kovulmak zorunda kaldığı için geldiği, gelmek zorunda kaldığı, düzenini, yöntemini, hatta kimi zaman lisanını bile bilmediği yabancı bir şehirde aradığı sığınaktı yuva.
Her şey tepetaklak olduğunda… Yuva yıkılıp da insanı bu dünya üzerine çil yavrusu gibi dağıttığında… Fırtınanın merkezinde, acılarının göbeğinde, kendisiyle yeniden buluştuğu yerdi yuva. Hiç tercih etmese de yıkılabiliyordu çünkü yuva… Yuva yıkıldığında, şaşkınlığın, korkuların ve umutsuzluğun içinde bazan bir ses, bazan bir gülücük, bazan bir yabancı eli uzandığında dayanışma ruhu ile… Minik, miniminnacık, titrek bir mum alevi kadar bir umut zerresi yeşerebilirdi, gözyaşlarına bulanmış bir gülücüğe dönüşebilirdi umut. Yaşam coşkusu sessiz ve derinden, usulca yeniden çiçeklenebilirdi yüreğinde.
Yuva, yeni bir yuva… Acıya bulanmış eski yuvanın anılarından güç alan yeni bir yuva tam o anda yeniden oluşmaya başlayabilirdi. Çünkü kurduğumuz bağların buluştuğu, kök saldığı, güçlendiği yerdi yuva. Zamansız ve mekansız olana verdiğimiz anlamla şekillenen ve fiziksel bir mekanla somutlaşan bir var oluş haliydi yuva.
Her kim varsa, sevdiğiniz hala hayatta olan, gidip ona sarılmanın tam zamanı şimdi. Kim varsa uzaklarda, onu aramanın ve kim varsa kaybettiğimiz sevgiyle anmanın zamanı şimdi.
Yuvayı yuva yapan onlarla kurduğumuz bağın gücüydü çünkü.