Yeri geldiğinde ya da bir konuyla ilgili görüşlerimi paylaşmak istediğimde, belleğime güvenebildiğim ölçüde anılara sığınıyorum. Bunu yaparak hem geçmişle bir bağ kuruyor hem de günümüzle bir kıyaslama ortamı yaratmaya çalışıyorum. Aslında tüm yaşanmışlıkları kendi dönemi içinde değerlendirmemiz gerekse de, denemenin hoşgörü sınırları içinde, öykü anlatır gibi bunu yapmaktan keyif aldığımı söylemeliyim. Gençler için bu anlatıların ne denli doyurucu olduğunu bilemesem de, okuyan yaşıtlarımla aynı keyfi paylaştığımı görüyorum. Benim de yaşadığım dönem ve tanık olduğum olaylarla ilgili yayımlanmış kitapların özel olarak ilgimi çektiği gibi…
Ayfer Tunç’un, ‘Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek’ başlıklı kitabını yirmi yıl kadar önce yayımlandığında, doğrusu büyük bir ilgiyle okumuştum. Bu kitap, 1970’li yılların günlük yaşantısını, geleneklerini, sosyal hayatını tüm ayrıntılarıyla anlatıyordu. Metnin her tümcesinde sanki ben de vardım; bildiklerim, unuttuklarım, anımsadıklarımla… Bir usta öykücünün kaleminden bunları okurken, dönemin sosyal, sanatsal ve kültürel değişim ve gelişimini yeniden anımsama fırsatım olmuştu. Sanırım yaşlandıkça belleğimi kışkırtan bu tür çalışmaları daha çok seviyorum.
İngiliz yazar ve gazeteci Matt Haig, ‘Gece Yarısı Kütüphanesi’ romanında şöyle diyor: “Biliyor musun? Nereye gidersen git, anılar seninle geliyor.”
Sözü çok dolandırmadan Annie Ernaux’a getirmek istiyorum:
2022 Nobel Edebiyat Ödülünü alan bu Fransız yazarın ‘Seneler’ kitabını benzer duygularla okudum. Ernaux, benden dokuz yaş daha büyükmüş. Bu yüzden anlattığı yılları ve bu yıllar içinde gelişen olayları çok iyi anımsayabiliyorum. Anlatısını bir özyaşamöyküsü gibi ele almasa da, günlük hayatın içinde yaşananlarla birlikte aktardığı duygu, düşünce ve davranışları anlayabiliyorum.
Yazar, yaşadığı yıllar içinde gelişen bütün olayları öykücü duyarlılığıyla anlatırken, bize bu olayların kahramanlarını da anımsatıyor. Sanatsal, bilimsel ve teknolojik buluşlar kadar her yaştaki insanın bu gelişmelere olan yaklaşımlarını, kısa ve vurucu tümcelerle sergiliyor. “Üçüncü tekil şahıs” olarak… “Geçmiş günleri anlatma sırası şimdi ona gelmiş de anlatıyor gibi, bir tür gayrişahsi otobiyografi olarak gördüğü bu anlatıda, tek bir birinci tekil şahıs, ‘ben’ olmayacak, sadece belirsiz özne ve ‘biz’”.
Annie Ernaux, anlatının son tümcesi olarak yazma amacını özetlemiş gibi… “Artık asla olamayacağımız zamandan bir şey kurtarmak.”
Çocukluk ve ilk gençlik dönemimi anlattığım ‘Belleğin Tozlu Sayfalarında Karataş’ kitabımı bitirdiğim an ben de aynı duyguları yaşadığımı anımsıyorum. Geçmişte kalmış olay, insan ve mekânları yazıya döktüğümde, sanki onları unutulmaktan kurtarmıştım. Bu yüzden anı kitaplarını önemsiyor ve onları okumayı seviyorum. Hangi dönemi isterse yansıtsın, yalnız yaşanmışlıkların aktarılıyor olması değil, onları yaşayanların duygu ve düşünceleri de bize yeni ufuklar açıyor. Bu yüzden zamandan bir şey kurtaran anı kitaplarının, öz yaşam öykülerinin, sözlü tarih bağlamında da önemli olduklarını yinelemek istiyorum.