İnsan karakterinin çözümünde belki de en zorlu hatta imkansız olan çalışma alanı, intihar olmalı.
İnsana hayatına kendi eliyle son verdirten bu denli güçlü bir karar alma mekanizması nasıl çalışır, pek anlaşılamaz.
Psikiyatrik arazları olanların dışında intiharı seçenlerin bildik insan profilinin çok ötesinde bir insan dokusuna sahip olduğunu düşünmemek elde değil.
Hassas yüreklerin en yoğun olduğu edebiyat ve düşün dünyasındaki kimi ünlülerin, hayatlarına kendi kararları ile son vermesi hep sorgulanır bir varoluş/yok oluş diyalektiği ilişkisi olmuştur tarihte.
Jack London, Virginia Wolff, Walter Benjamin, Ernest Hemingway, Romain Gary, Primo Levi, Stefan Zweig, Paul Celan, Vladimir Mayakovski bunların arasında en ünlüleri. Hiçbiri de kendilerini intihara sürükleyecek kadar ciddi anlamda bir hastalığa sahip değildi. Her birinin yaşadığı kimi travmalar, korkular, terkedilme veya gelecek endişesinin bu kadar üretken karakterleri hayata veda etmeye itmesi gerçekten de insan beyninin henüz keşfedilmemiş kara deliğinin bir özelliği olmalıydı.
İntiharın, insana dünyaya fırlatıldığından itibaren tutkuyla ve sımsıkı bağlandığı hayatı hangi dürtülerle kararlı bir şekilde terk etmeye karar verdirttiği, bilinmiyor. Ne tür yaşamsal bir umudun, hangi ümidin yok olmasının sonucu olabilir ki intihar, bilinmiyor. Bu güçlü ve ayrıksı kararı verip uygulayanları bulup sorgulayamayacağımıza göre kara deliği çözümlemek sonsuza değin mümkün olamayacak…
İntihar edenlerin listesinde belki de en çarpıcı isim Stefan Zweig olmalı.
Viyana doğumlu yazar, hayatını hem zenginlik içinde geçirmiş hem yazarlığına ilham verecek okyanus ötesi uzun seyahatler yapabilmiş ve en önemlisi yaşadığı süre içinde çoğu yazarların aksine edebiyat dünyasında çok tanınır biri olmuştu. Üretkenliği ona tüm dünyada büyük bir ün sağlamış, eserlerinin tam 50 dile çevrildiğine tanık olmuştu.
Özel hayatı iki evliliği görürken sosyal hayatı adeta neon ışıkları gibi parlak dönemlere sahip olmuş, döneminin ünü yazarları, sanatçıları, gazetecileri ve siyasileri ile sürekli görüşmüş, ortak çalışmalara imza atmıştı.
Zweig, ününün neredeyse zirvesindeyken 1930’ların başlarında Nazilerin yavaş yavaş Avrupa’yı ele geçirmeye başlamasıyla yaşadığı ülkesinin ve kıta Avrupa’sının geleceği hakkında büyük bir endişe içine girer. Hem savaş karşıtı hem de Yahudi olması hasebiyle 1933’te kimi benzerleri gibi kendisinin de kitapları ve eserleri Naziler tarafından şehirlerin orta yerinde yakılır. 1934’te ise yaşadığı ev Gestapo tarafından silah arama bahanesiyle basılınca, korkuları tavan yapar ve ailesini bile yanına almadan Londra’ya yaşamaya gider. Orada ikinci eşiyle 1940’lara kadar edebi üretimine tüm hızıyla ama Nazi paranoyası altında devam ederken, Alman ordularının batıya doğru ilerlemesiyle birlikte kendini İngiltere’de de güvende hissetmez ve okyanus ötesine yerleşmeye karar verir. Dolaştığı, ABD, Paraguay, Arjantin ve Brezilya’dan sonra hayatını Brezilya’nın Petropolis kentinde sürdürmeye karar verir. Lakin sürekli olarak Nazilerin burayı da ele geçirip kendisini öldüreceği sanısıyla yaşar.
Brezilya’dayken yazdığı ‘Satranç’ öyküsü ise aslında kendisinin de içinde yetiştiği kadim Avrupa kültürünün zalim bir yeni yabancı karşısında yok olacağını anlatmak istediği büyük bir eser olacaktı.
‘Satranç’ta, Gestapo tarafından cezaevine konulmuş birinin rastlantı sonucu eline geçirdiği bir kitapla satrancın tüm inceliklerini öğrenip oyunu bir takıntı haline getirdikten sonra tipik bir robotlaşmış Nazi’yi simgeleyen dünya satranç şampiyonu ile yaptığı maçlar üzerinden dönemin kötümser bir analizini çizer Zweig.
Kahramanın, dünyayı ele geçirmeye çalışan devasa şeytani sistem karşısında benliğini, bilincini yitirmesi üzerinden Zweig aslında ‘özgür’ Avrupa’nın Nazilere yenileceğini anlatmaya çalışır. Zweig’ın eseri, yazarın kendi korkuları ve paranoyası üzerinden insanlığın mutlak yenilgisini simgelerken adeta bir veda mektubu gibidir.
Nitekim Zweig bu ‘veda’dan birkaç ay sonra, Şubat 1942’de eşiyle birlikte intihar eder.
Sadece kısa bir mektupla açıklamaya çalışır kararını:
Özgür iradem ve açık bir bilinçle bu yaşamdan ayrılırken, son bir sorumluluk yerine getirilmeyi bekliyor: Bana ve işimi yapmama huzurlu bir ortam sunan harika ülke Brezilya’ya içten teşekkürlerimi sunmak. Her yeni günle bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim, ruhsal anavatanım Avrupa kendi kendini yok ettikten ve ana dilimin dünyası yok olduktan sonra, dünyanın hiçbir yerinde hayatımı bu kadar severek yeniden kuramazdım. Ama altmışıncı yaştan sonra tam anlamıyla yeniden başlamak çok özel bir güç gerektiriyor. Ve benim gücüm yıllar süren vatansız yolculuklardan sonra iyice tükendi. Bu nedenle hayatımı doğru zamanda ve doğru bir şekilde sonlandırmamın iyi olacağına inanıyorum. Ki hayatım boyunca tinsel uğraşım en büyük haz kaynağım ve kişisel özgürlüğüm en yüce değerim oldu. Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.”…
Hem ülkesinden, hem dilinden, hem de yaşam sevincinden koparılmış olması; dahası, Nazilerin onu yakalayıp öldüreceği korkusu onu intihara sürükler.
Bu noktaya birden varmamıştır Zweig. Yıllar öncesinde yazdığı bir eserinde, “Belirsizlik, kesinlikten çok daha kötüdür; kısa süreli olan büyük bir korku, belirsiz fakat hiç bitmeyen bir korkudan daha az zahmet verir” der.
Ve intiharından hemen önce okuduğu Montaigne’nin, o meşhur, “En gönüllü ölüm, ölümlerin en güzelidir…” sözüne biat ettiği anlaşılır, son tahlilde.
Oysaki, İngiltere’de yaşamaya devam etmeye karar vermesi durumunda, bugün farklı bir Zweig’dan bahsediyor olacaktı dünya.
Lakin korku dağları sarınca bu kadar ayrıksı ve üretken bir figür bile savrulabiliyordu kara deliğin dipsiz karanlık kuyusuna.
Geriye ise, kötülükle mücadeleden zinhar vazgeçilmemesi uyarısı kalıyor belki de.
Ünlü şarkıda da* söylendiği gibi,
Don’t give in without a fight / Savaşmadan teslim olma…
---
*Pink Floyd, ‘The Wall’ albümü, ‘Hey You’ parçası