2015 yılında ‘İlk Görüşte Aşk’ başlıklı bir yazı yazmıştım. Sekiz sene sonra tekrar o yazıyı okuduğumda 17 yaşında bir kız olarak aşk kavramını, (hatta aşk ve futbol kavramını da diyebiliriz) ne kadar da saf bir gözle yazdığımı fark ettim. İnsan büyüyor, deneyimliyor, gözlemliyor. Bazı düşünceleri değişebiliyor ya da o zamanki düşünceleri daha farklı bir şeye evrilebiliyor. Bunlar çok normal. Ama 17 yaşında yazdığım cümleleri okumak, bana çok değişik geldi. Sonra ne yazacağımı düşünürken kendime, “Bu konuyu nasıl başka bir açıdan ele alabilirim?” diye sordum. Bugün yine sevmek, futbola ve bir takıma bağlı olmayı konuşacağız. Ama bu sefer bu sevgi ‘uzaktan’ olacak.
Maç izlemek bende alışkanlık oldu, hayat rutinimin bir parçası. Sadece futbol olarak da düşünmeyin. Voleybol ve basketbolu da bu maç programının içine dahil edin. Haliyle maç izleme keyfini yaşadığım arkadaşlarımın çok büyük bir kısmı İstanbul’da olunca, bu maçları tek başıma izliyorum. Bir şikayetim de yok. Ama bazen insan o sohbeti, o yorumlamayı özlüyor… Geçtiğimiz aylarda çok yakın bir arkadaşım beni erkek arkadaşıyla tanıştırdı. Konu konuyu açtı ve biz tabii ki Fenerbahçe ve futbol konuşmaya başladık. Zaten bir masada birden fazla Fenerbahçeli varsa, konu bir şekilde takıma geliyor ve bütün masanın konusu bir anda futbol ve lig oluyor. O an o sohbette bile “nasıl özlemişim” hissini aldım. Çünkü insan gerçekten özlüyor. Böyle sanki senelerdir görmediğin bir dostunu görmüşsün hissi oluyor.
O kahvaltıdan birkaç hafta sonra, derbi izlemeye evlerine davet edildim. O kadar heyecanlandım ki. Hatta kendi kendime neden bu kadar heyecanlandığımı bile sorguladım. Oraya gittiğim zaman da, birlik halinde aynı takıma gönül vermiş üç kişinin bir arada oturup o maçın heyecanını paylaşmasının benim için ne kadar değerli olduğunu tekrardan anladım. Belki uzaktaydım; Kadıköy evimken bir anda aramıza mesafeler girmişti. Ama biz orada Londra’nın güneyinde bir evde kendi tribünümüzü oluşturmuştuk. Uzak mesafeli ilişkimizdi bizim Fenerbahçe. Görmek için can attığımız, zaman ayırdığımız, üzüldüğümüz, sevindiğimiz… O maçın sonunda da sanki sevgilinle kavga etmiş üzüntüsüyle koca bir çikolatalı pastayı paylaşıp tek kelime edemedik. Çünkü üzülmüştük. Ama o an o üzüntüyü paylaşmak bile bana çok iyi gelmişti.
Sevdiğin takımı uzaktan takip etmeyi anlattım. Peki “onu bana hatırlattı” anları nasıl oluyor? Bu haftasonu yaşadım daha bunu. Cumartesi günü normal şartlarda bindiğim durakta hemen oturacak yer bulduğum metro tıklım tıklımdı. Etrafıma baktığımda Manchester City atkısı takmış bir sürü kişinin metronun içinde olduğunu fark ettim. Birkaç durak öncesine bakınca da, Wembley’e çok yakın olduğumuzu ve onların da tam o gün orada FA Cup maçı oynadığını fark ettim. Kazandıkları maç sonrası o kadar keyifli duruyolardı ki… Sohbet ediyorlardı, maçı analiz ediyorlardı. O an işte aklıma Kadıköy’deki maçlar geldi. Çorbacılarda gördüğüm taraftarlar, daha maça saatler olmasına rağmen metrobüslerin taraftarlarla dolu olması, maç öncesi yenen o döner… City taraftarları da kendi şehirlerinin dışında bir maça gelmişlerdi. Ama yine de kendi alışkanlıklarını oluşturmuşlardı. Bütün metro yolculuğum boyunca bunu düşündüm. Belki de bu düşüncelerim içten içe bu yazının konusunu belirledi.
Uzakta olmak bir seçim. Başka bir ülkede bir hayat kurmak bir seçim. Bu seçimden her zaman mutluluk duysam da, geride bıraktıklarını özlemek de çok normal. Hep bazı şeyleri ‘uzaktan’ yürütme çabası, özlem, yeni alışkanlıklar oluşturmaya çalışmak. Benim sporla, tuttuğum takımla, bu takımın bana kazandırdıklarıyla iletişimim hep çok özeldi. Hep de özel olmaya devam edecek. Bu yazıyı yazmaya başlarken aklımda hep “Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli” şarkısı vardı. Biz kendi tribünümüzü, maç izleme alışkanlıklarımızı, sohbetlerimizi burada da yaparız. Daha farklı hissettirir bunu biliyoruz ama benim telefonuma her gün antrenman bildirimleri geldikçe, maç analizleri ve yorumları geldikçe bu sevgiyi buradan da yaşamaya devam ederiz. Gönül verdiği takımını başka ülkelerden takip eden herkese sevgilerimle…