Seçim yaklaştıkça popülizmin derecesi de yükseliyor.
1950’lerden bu yana her seçimde olduğu gibi seçmeni ‘tavlamak’ için yarışan siyasi partiler 14 Mayıs seçimlerine yönelik birçok aksiyon vaat etmekte. Bazı vaatler soyuttur: Örneğin, yargıyı düzeltmek, liyakati ön plana çıkartmak, hak hukuk ve özgürlükler alanını genişletmek gibi. Vatandaş bunların kendisine nasıl bir fayda sağlayacağını ölçemez veya hissedemez. Bazıları ise, belirgin parasal özellikler taşır. Mesela, bir yıl boyunca evlerde ısınma ve yemek pişirme için kullanılacak doğal gazın bedava olması çok somut bir vaattir (kullanılan gazın hangisinin ısınmaya hangisinin yemek pişirmeye gittiğini ayırt edebilmek ayrı bir konu tabi). Keza, ayda en az bir Cumhuriyet altını kadar gelir elde etmeyen hanelere bu tutara kadar karşılıksız gelir takviyesi yapılması da somut bir vaattir (tabi toplam hanehalkı gelirinin nasıl ölçümlenebileceği de ayrı bir konudur). Erken emeklilik, bayram ikramiyeleri ve hatta, (Paris’ten gönderilen) her TC vatandaşına 10 bin Avro karşılıksız ödeme vaadi gibi vaatler de somut parasal faydayı oya devşirmeye çalışan vaatlerdendir.
Çok renkli bir şahsiyet olan ve altı kez gidip yedi kez gelen merhum Cumhurbaşkanı Demirel bir anlamda bu tür vaatlerin kitabını yazmıştı. 1991 seçimlerinde ‘kim ne veriyorsa ben beş fazlasını veriyorum’ vaadi örneğin, dairesel olarak onu her zaman rakibinin üzerinde bir yere getirecek bir vaatti. Teorik olarak, bir sınırı yoktu. Popülizmin üst versiyonu sayılabilecek türden bir vaatti. Bu sene EYT olarak adlandırılan çözümde hatırlamış olduğumuz gibi, sadece 20 sene prim ödeyenlere ömür boyu emeklilik maaşı vaadinin mucidi de kendisidir. Keza, Tansu Çiller’in ‘iki anahtar’ vaadi de geçmişte gördüğümüz ve çok da akılda kalan vaatlerden biridir.
Siyaset meydanlarında, billboardlarda ilan edilen vaatler için akılda kalacak slogan bulmak son derece önemlidir. Öte yandan, neden bu vaatlerin veriliyor olduğunu kimse net olarak ne sorgular ne de anlatır. Seçmenin hafızasının kısa vadeli olduğuna inanan siyasiler, tam seçim öncesinde giderek akut hale gelmiş olan gelir eksikliğine küçük çaplı merhem olacak pansumanlar icat eder. Halkı bu küçük pansumanlara odaklandırarak, büyük ölçekli sorgulamaları bertaraf ederler.
Dikkat ederseniz, genelde ‘hayat pahalılığı sorunu’ olarak kabul edilen sıkıntıyı ben ‘gelir eksikliği sorunu’ olarak tanımlıyorum.
Bugün Türkiye’nin hemen hemen bütün büyükşehirlerinde medeni bir yaşam sürmek için gereken elektrik, temiz su, belediye hizmetleri, güvenlik, sağlık, hukuk, ulaşım gibi altyapılar bulunmaktadır. Bunların belirli bir maliyeti vardır. Üstüne, parasını Türkiye dışında kazanıp burada konut alan, turist olarak gezen veya yatırım yapan yabancılardan gelen talebi de eklediğiniz zaman büyükşehirlerimizde yaşam kaçınılmaz olarak pahalı hale gelmiştir. Ancak, İstanbul’da, Ankara’da veya İzmir’de yaşam dünyanın birçok büyükşehirleri ile kıyaslandığında o kadar da pahalı değildir. Göreceli olarak İstanbul New York’a göre ucuz, Karaçi’ye göre pahalıdır. Esas sorun, büyükşehirlerde yaşayan vatandaşlarımızın kahir çoğunluğunun medeni bir yaşam standardını karşılayabilecek yeterli gelir elde edememe sorunudur. Esas sorun, büyük bir kesim için kişi başı gelirin düşük olma sorunudur.
O nedenle, siyasiler vaatlerini halkının en iyi anlayacağı yerden yani, cebinden hissedebileceği bir şekilde kurgular. Ver oyunu al koyunu… Kimse gerçekte neden gelir eksikliği sorunu yaşandığını anlatmak istemez. Kimse meyvesini kendi iktidarının sonundan uzun yıllar sonra verecek reçeteleri ön plana çıkartmayı sevmez. Çünkü bunun adı eğitim reformudur, yargı reformudur, vergi reformudur, tarım reformudur, dış ticaret açığını kapatacak uzun erimli dönüşüm programıdır. Bugün dizel motorların veya naylon poşetlerin kullanımını yasaklayıp kömür santrallerini kapatarak küresel ısınma sorununa çözüm vaat eden bir siyasetçinin fazlaca oy alacağını beklemek saflık olur. Başkan Macron’un Fransa’nın gelecek nesillerini gözetmek amacıyla emeklilik yaşını sadece iki sene yükseltmesine halkın bir kısmının çok sert tepki göstermesi acı reçetelerin hiç popüler olmadığının bir başka kanıtıdır.
Acı reçeteyi yazmak yerine, her seçim öncesinde vatandaşı için her türlü ‘fedakarlığı’ yapmaya hazır hale gelen siyasiler bir de af yarışına girerler. Vergi affı, imar affı, ceza affı, borç affı, icra affı, eksik ders affı gibi hamlelerle vatandaşları ‘rahatlatmayı’ vaat ederler. Sonuçta, futbol maçında öndeki seyircilerin ayağa kalkmasıyla arkadakilerin de kalkmak zorunda kaldığı gibi, her partinin vaatleri birbirine benzer. Bunu gören seçmen vaatler için ‘istemem yan cebime koy’ deyip genelde kimlik bilinci ile oyunu verir. Bir seçim daha geçer ve bu seçim yapılan vaatlerin tutulup tutulmadığı bir sonraki seçimin malzemesi olur.
Maalesef, büyükşehirlerde yaşayıp üretimde ve tarımda G-20 ortalamalarına göre daha küçük faktör girdileri ile katma değer yaratmaya çalışan, işgücüne katılım oranı daha düşük olan Türkiye’de kişi başı milli gelirinin nasıl arttırılacağının ipuçları kısa vadeli seçim vaatlerinin gölgesinde kaybolup gider.