Yenisini almaya olanağım olsa da, yıpranmış ya da kırılmış bir eşyayı atmak çoğu zaman bana zor gelir. Onarmaya ya da yapıştırmaya çalışarak, evdeki varlığını uzatmaya çalışırım. Onlara yüklediğim anıların çağrıştırdıkları bir yana, bu davranışımla çocukluktan gelen bir alışkanlığı sürdürdüğüm söylenebilir. Bu yaşadığım duyguyu Parça Bohçası başlıklı bir deneme yazımda anlatmıştım:
Anneannemin böyle bir bohçası vardı. İçinde her türden, her renkten kumaş parçaları bulunurdu. Dikilen elbiselerden artanlar buraya eklenir, ilerde yırtılan bir giysinin onarılması için sırasını beklerlerdi. Yamalardan doğrusu hiç gocunmazdık, yeter ki temiz giyinmiş olalım. Gereğinde, biriken bu renkli parçalardan yorgan ya da yastık kılıfları dikilirdi. Aslında kısaca betimlemeye çalıştığım bu bohça, bugün benim için yalnızca tutumluluğun, yoksunluğun, yoksulluğun, değersiz bir parçaya verilen önemin, bir yaşam tarzının simgesi olarak görülebilir.
Günümüz tüketim toplumunda bırakın eskitmek, başkalarınca görülmesi bile, bir giysiyi değiştirmek, yenisini almak için yeterli bir neden olabiliyor.
Ünlü İtalyan yazar Susanna Tamaro’nun, Sevgili Mathilda, İnsanın Yürümesini Dört Gözle Bekliyorum adlı kitabında okumuştum. Yazar, Japonya’ya yaptığı bir yolculukta şunu öğrenmiş: Eski Japon kültürüne göre parlayan her şey değersiz ve bayağı kabul edilirmiş. Nedeni olarak da parlayan nesnelerin çoğunlukla yeni olduklarını, kullanımının onlara soylu bir değer kazandırmadığını söylemişler. Bu yaklaşım, kullan-at çılgınlığı içinde olan Batı toplumuna karşı yazarın çok hoşuna gitmiş. Sonra da eski eşyalarla dostlukları karşılaştırmaya başlamış. Uzun süreli bir arkadaşlıkta olduğu gibi, zamanın kararttığı bir fincan ya da gündelik bir eşyada da çatlak ve gölge benzeri eş değerde izlerin bulunduğunu düşünmüş. Bir fincanı ya da bir arkadaşı hayatından çıkarıp atmamak için sabır ve sadakat gibi iki önemli duyguya gereksinmemiz olduğunu da sözlerine eklemiş. Birer imge olarak ele alındığında arkadaşlığı minik tuğlalar, sadakati de kökler olarak görmüş. Tuğlalarla örülen, kökler sayesinde gelişen bir ilişki!
Yazar cansız olan eşyalarla, duygu ve düşüncelerin bir araya getirdiği arkadaşlığı aynı kefeye koyuyor ki, ben bu görüşe katılamıyorum. Her ikisinde de mutlaka çatlaklar, kırılmalar olabilir; ama arkadaşlıkta karşılıklı gelişen duyguların doğurabileceği sonuçları da göz önünde bulundurmalıyız, diye düşünüyorum.
Günümüz insanı sosyal medyanın, kitle iletişim araçlarının etkisi altında yaşamını sürdürüyor. Yoğun tanıtımlarla beyinlerimiz sürekli yıkanıyor. Ne denli kaçınmaya çalışsak da etkilenmemek olası değil. Eşyalarımız, giysilerimiz, yaşam tarzımız birer sosyal statü simgesi olarak değerlendiriliyor. Elektronik aygıtları bir heves için olmasa bile, üreticisi tarafından biçilen ömrü dolduğunda değiştirmek durumunda kalıyoruz.
Arkadaşlık ilişkilerimizi daha çok sanal ortamlarda geliştiriyoruz; dokunmadan, dinlemeden, duyumsamadan…
Tamaro’nun söylediği gibi, sabır ve sadakat kavramlarını, gençlerin bakış açılarıyla belki yeniden düşünmemiz ve değerlendirmemiz gerekiyor.