Dedemin yakın ahbaplarından ve gazetesinde uzun süre yazmış olan Can Yücel’in bir yazısını sunmak istedim…
Bu ülkede daima ötekileştirme, hedef gösterme ve baskı politikası sağ partilerde hep uygulanmış bir yöntem olmakla beraber ters teptiğini bize defalarca kanıtlamıştır…
Bariton sesli ve duru lisanı ile kendi çizgisinden şaşmamış ilkeli bir şair olan Can Yücel, Eski Milli eğitim bakanı Hasan Âli Yücel’in oğludur…
2008’de Datça’da yazdığı şiirin ardından size yazısını sunacağım…
“Son Gidiş
Son şişedeki bardak,
Bardaktaki son yudum…
O kauçuk ağaçlı kahvede
Son durağında
Selam verdim
Cam cama
Can Can’a
Ve dilsiz bardak seslendi…
Haydi eyvallah…”
Pazar Postası Gazetesi’nden
30 Kasım 1958
Can Yücel
Sayfa:3
Ne yerdedir ne gökte
İki kişi kazara yan yana gelmeye görsün, bir yakınmadır başlıyor. Ağzımız alıştı belki de ama, Tanrı büyüklerimizin tuttuğunu altın etsin! Yakınacak şeyden yana sıkıntımız yok!
Bir yabancı dergide bir karikatür görmüştüm; duvarda bir şikâyet kutusu asılı, altında da bir çöp kutusu. Yurdumuzda da bu iki kutunun iş birliği ettiğini bilmez değilim. Gelgelelim şikâyet başka yakınma başka.
Şikâyette ne de olsa sözünüze kulak asacakları umudunun yeri vardır. Biz o umudu çoktan yitirdik. Bizimkisi sadece yakınma. Bununla yakınma güçsüz, hepten boynu bükük bir davranıştır, diyorum sanmayın!
Ulusça biz bu yakınma yöntemiyle nice kavukların kel kafalarını güneş ışığına çıkarmışızdır.
Saray duvarlarını aşıp, kapı çuhadarlarını, perdedarları atlatıp içeri süzülen o mırıltı, sağır sultanları bile uykusundan, yatağından eder. Boğuk halk türkülerine benzer o, belki de ta kendisidir!
Yakınma muhalefeti hele bir gemiyi azıya almaya görsün, onun yanında parti muhalefeti iktidar uçaklarının kalkışını bir iki saat geciktiren bir hava muhalefeti gibi kalır. İş başında olanlar ille de aklı başında olacak değiller a!
Bu mırıltının alçalıp yükselişini, başarı ya da başarısızlıklarının ölçüsü olarak alıp, ona göre iş tutacakları yerde, kimi zaman burunlarının doğrusuna gitmekte diretirler. Muhalefettekiler de e tabii aynı ülkenin insanları…
Bu yakınma akımını iş başına geçmek üzere sömürebilirler. Oysa halk yığınlarında beliren bu kıpırdayışı bir uyanıklığa, bir siyasal bilincine yöneltmekle görevlidirler.
Siyasal bir yanın inip bir yanın kalktığı, haybeye işleyen bir tahterevalliye dönerse, bu yararlı değişmelere, devrimlere yüklü kıpırdanış, bu yaratıcı güç kaynağı devrimlere yol açar.
Şimdi de yakınmayı dediğim siyasal bilincin yerleşmesine önayak olması beklenen aydınlarımız bakımından değerlendirmeye çalışalım. Aydını böylece halktan ayrı mu tutmuş oluyorum? Yooo…
Biz aydının halktan ayrı değil, halktan ayrımlı farklı olduğunu söylüyoruz. Aydının halktan ayrımlı oluşu şundan; aydın olayları tek tek değil birbirine bağlı olarak görür, bir bütüne, bir tarih, bir aktöre görüşünü bağlamaya çalışır; olanla olması gereken arasındaki uçurumu sezip buna tepki gösterir. Uzun erimli düşüne, uzun erimli aksiyona, edime yönelir.
Bu ayrım daha çok şey bildiği için değil, bir nicelik değil, bir nitelik ayrımı bu… Bunu böylece belirttikten sonra aydın denen kişilerimizin durumuna bir göz atalım.
Bir iki buldozerle, birkaç kamyon taşla, sekiz on araba kumla, tabii biraz da ziftlenerek döşenir, bir asfalt yol sanılan demokrasi yoluna girileli beri, siyasal alanımızın aydınca davranışının durmuş oturmuş olma özelliği bağ taşamayan zir kaldırım mühendisliği havasına büründüğünü hep görüyoruz. Aydınlarımız bunu yadırgamıyor bundan kırgınlık duymuyor olamazlar. Devrimlere sarılışımız boşuna değil.
***
Yazının uzunluğundan dolayı maalesef yarıda kesmek zorunda kaldım…
Fakat görmemiz gereken bir hakikat var yazıyı kesmek durumunda kalmış olsam dahi bizim küllerimizden doğan, mutsuzluğa boyun eğmeyen ve eninde sonunda hakkımız için sesimizi çıkaran insanlar olduğumuzu unutmamamız şart!
Yeter ki kim olduğumuzu hatırlayalım…
Sevgiyle, bereketle birbirimize yeniden sarıldığımız nice baharlar dileğiyle…