“Baharın ilk tomurcuğu diğer tohumları da yeşermeye çağırır.” Amanda GORMAN “Bana gelen hastaların her birine tekrar oyun oynamayı öğretiyorum. O kadar ciddiye alıyorlar ki yaşamı, oyunu unutmuşlar.” Karl SIMONTON
Sıklıkla birdenbire gelmez değişim. Minik minik anlar yaşar insan, minik adımlar yürür. Farkına bile varmaz. Sabah curcunasının içinde kuşların arasında yeni -belki de diğerlerinden daha sessiz- bir cik sesi çıkar. Dikkatli kulakların dışındakiler duymaz. Rüzgar bir tık daha yumuşak eser. Uyuyanlar fark etmez. Birden oldu sanırsın ama genellikle birden olmaz. Önce bir damla… Sonra bir damla daha… Ta ki taşana kadar bardak. Başka bakmaya başlar insan. Başka görür dünyayı. Gün gelir mücadele etmekten yorulur insan. Ve o yorgunluğun ardından başka bakmaya başlar hayata. Hayat mücadele edilmesi, dayanılması gereken zorlu bir fırtına değil, tadı çıkarılması gereken keyifli bir maceradır. Görmeye başlar.
Nihayet görünür olduğunda, çoktan yola düzülmüştür değişim.
Bir anda değil her an değişiyoruz. Dünya da değişiyor, biz de değişiyoruz. Her an. Ve her an değişime ayak uydurmak zorundayız. Önceleri arafta kalıyoruz. Hele de değişim konfor alanımızı bozuyorsa. Bir ayak geçmişte ve bir ayak gelecekte. Geçmişte kalan ayağımıza güç verdiğimizde direniyoruz olana, olmayana. Durduruyoruz akışı da hayatı da. Korkulara sarınıp şikayette kalıyoruz. Geleceğe ilerleyen ayağa güç verdiğimizde akışa geçiyoruz. Nefes alıp verir gibi kucaklıyoruz değişimi. Çözümü, sorun olarak gördüğümüz şeyle aynı yerde buluyoruz. Bir ayak sorunda, bir ayak çözümde. Uyumlanmaya çalışıyoruz. Salıncakta salınır gibi.
Büyük değişimler büyük sıkıntılardan doğuyor. Yine de direncimizi kestiğimizde, olanı alıp kabul ettiğimizde, akışa geçiyoruz. Hayatın da bu dünyanın da bir oyun olduğunu düşündüğümüzde, olanın üzerinden oyundaki gibi çözüm ürettiğimizde direnç gösterdiğimiz engeller de kalkıyor ortadan. Fark ediyoruz, değişimin kendisi değil, değişime verdiğimiz tepkiler belirliyor yaşamlarımızı. Bunu fark ettiğimizde gerçek soruları sormaya bir adım daha yaklaşıyoruz. Gerçek sorulara verdiğimiz gerçek cevaplar, büyük sıçramalar yaptırıyor. Ezbere yaşamak yerine kendi çözümlerimize taşıyor. Küçük, anlık değişimleri görebilmek büyük değişimlere hazırlıklı olmayı mümkün kılıyor. Hazır olan da değişimin karşısında hızlıca aksiyon alarak eyleme geçebiliyor.
Yaşamlarımızın en ucunda -doğarken ve ölürken, bir de belki doğum yaparken- kendimizi daha büyük bir gücün etkisine bırakıyoruz. Ama ikisinin arasında unutuyoruz bırakmayı. Tuttukça, tutundukça alışkanlıklarımıza, sıkışıyoruz. Oysa, her an ve her durumda kendimizi bırakmamız için bir neden var. Her an bir yeni fırsat. Her eylem kararı bir fırsat.
Kendimizi ne zaman hazır hissedersek o zaman güç veriyoruz geleceğe bakan ayağımıza. Doğru hazırlandıysak, sıçrıyoruz. Ama arzumuz yoksa, hazır da olsak uzaktan bakıyoruz.
Bir şeyleri değiştirmeye gücümüz varsa, değiştirelim. Değiştiremeyeceklerimizi ise fark etmeye başlamanın zamanıdır şimdi. Bu durumları kabul edip bırakmaz, kendimizi kendimizden özgürleştirmezsek tükeniriz çünkü.
Peki ama ne zaman bırakmalı?
1.Kendimizi huzurlu hissetmiyorsak, kendimizi bırakmanın zamanıdır.
2.Hayatın olağan akışı devam etmiyorsa, tıkanıklık hissediyorsak, kendimizi bırakmanın zamanıdır.
3.Kendimizi her şeyden sorumlu hissediyorsak bunun sonucunda yetersizlik hissiyle karışık suçluluk hissediyorsak kendimizi bırakmanın zamanıdır.
4.Değiştirilemez olanı (mesela başkalarını değiştirmek, beklentine doğru gitmiyorsa iş vs.) değiştirmek istiyorsak, kendimizi bırakmanın zamanıdır
İnsan kendini olana bırakınca, etki kayboluyor. Etki kaybolunca tepki de kendiliğinden yok oluyor. Sistem işlemeye başlıyor ve her şey rayına oturuyor.
Günlerdir hem özel hayatımda, hem seçimlerin etkisiyle değişim üzerinde düşünüyorum. Aklımda bir söz dolanıp duruyor:
“Korku sadece çığlık attırır, ama hiç bir şey beceremez.” Halbuki, Amanda Gorman’ın çok da güzel ifade ettiği gibi “baharın ilk tomurcuğu diğer tohumları da yeşermeye çağırır.”
İlk tomurcuk patlamaya görsün, bahar elbet eninde sonunda gelecek.