Televizyonda izlediğim filmin kahramanı erkek, kız arkadaşına “Beni seviyor musun?” diye soruyor. Kız bir süre arkadaşını donuk bakışlarla süzdükten sonra, “Ben kendimi sevmiyorum ki seni seveyim!” diye yanıtlıyor. Ekranda bir anda geçen bu görüntü, duyduğum bu sözler nedense kafama takılıyor. Kendini sevmediği için bir başkasını sevmemek! Sonra düşündükçe sanki kızı haklı görmeye başlıyorum. Sanıyorum bu tür bir insanın ne bir özgüveni, ne de hayattan bir beklentisi vardır. Nasılsa yaşamını tekdüze bir şekilde sürdürüyordur. Kendini bu denli değersiz ve baskı altında hissederken, bir başkasını nasıl sevsin, diye aklımdan geçiyor.
Çoğu kez başkalarına karşı olan duygu ve düşüncelerimizi içtenlikle dile getirmiyoruz. Sanırım insanların büyük çoğunluğu da benzer bir sorunu yaşıyordur. Bunu anlayabilirim, ama konu kendimiz olduğunda yüreksizliğimizi, sevgisizliğimizi kabullenebiliyor muyuz, onu bilmiyorum. Dile getiremesek de yaşam şeklimizle, dünyaya bakışımızla, hayatımızı çevremizin etkisinden çok kendimiz karartıyoruz.
Romalı devlet adamı Cicero’dan Nietzsche’ye, daha birçok yazarın kitabında benzer ifadelerle yer alan, yine farklı ortamlarda söylenen şu söz sanırım hiçbirimize yabancı gelmiyor: İnsanın en büyük düşmanı, yine kendisidir!
Bu nasıl oluyor diye düşündüğümde ilk anda aklıma şunlar geliyor:
Kendini hiç sevmemek, olumlu şekilde düşünmemek, eksik ve hatalarımızı kabullenmemek, tutkularımızın daha çok tutsağı olmak, hayatı sorgulamayı bırakmak, yaşamdan keyif almaktan vazgeçmek… Benzer örnekleri çoğaltabiliriz. Düşman deyince mutlaka birinin öldürücü bakışlarını hissetmemizi, elindeki hançeri boğazımıza dayaması gerekmiyor. Bizi mutsuz eden insanlar kadar, yolumuza çıkan engeller, olumsuz olaylar ve kötü alışkanlıklardan her biri bana göre düşmanımızdır! Delilik halleri bir yana, bilinçli olduğumuz sürece, her an yargılanacağımız bir aynanın karşısında kendimizi bulabiliriz.
Sabine Melchior-Bonnet, ‘Aynanın Tarihi’ kitabında, ayna ve deliliği aynı gizemleştirici gücün parçaları olarak görür. Öyle ki ayna da deli de sadece gördüklerini saptar ve deli, deliliğini bilmesine karşın kendi deliliğini hatırlamaz. Ayrıca deli, kendisini deli olarak görseydi akıllı olurdu, dedikten sonra delilik aynasının mutlak çelişkinin yeri olduğunu belirtir.
Eduardo Galeano’nun ‘Yürüyen Kelimeler’ kitabında geçen bir öykü var:
El Tornillo, Melo sokaklarında yürüyor. Köyde ona deli diyorlar. Elinde bir ayna taşıyor ve kaşlarını çatıp aynaya bakıyor. Gözlerini aynadan ayırmıyor.
“Ne yapıyorsun Tornillo?”
“Burada” diyor, “düşmanımı kontrol altında tutuyorum.”
Öyküdeki deli bile aynaya baktığında en büyük düşmanının kim olduğunu görebilmiş. Oysaki biz akıllı geçinenler ne yazık ki bu gerçeğin farkına varamıyoruz.