Önce bir duyuru yapayım. PaylaşBüyüsün platformunu yedi yıl önce kurduğumuzda anne-babalar, eğitimciler ve ruh sağlığı alanında çalışanların, çocukların ve ergenlerin büyüme ve gelişme süreci hakkındaki bilgiye erişiminde eşitlik sağlamak ve farkındalığını geliştirmeyi amaçladık. Bu amaç doğrultusunda, özellikle 6 Şubat depremlerinde doğrudan veya dolaylı olarak etkilenen çocuklar, aileleri, öğretmenleri ve bölgeye gönüllü destek veren kişi ve kuruluşlar için yararlı olacak bilgi ve deneyimleri ‘Paylaşmak Güzeldir’ adlı bir projeyle erişilebilir kılıyoruz. PaylaşBüyüsün’ün Omo ile işbirliğinin bir ürünü olarak ortaya çıkan ‘Paylaşmak Güzeldir’de somut sorunlara dayalı öyküler animasyonlarla görselleştirilirken, uzman kişiler bu konudaki can alıcı soruları belirleyip videolarla yanıtlıyorlar. Konuyu daha derinlemesine öğrenmek, başka konularda bilgi sahibi olmak için PaylaşBüyüsün’ün video ve yazı deposu da kullanıma açık. Sosyal medya hesaplarında özet ve ipucu bilgiler düzenli yayınlanmaya başlıyor. Lütfen takip edin, soru ve katkılarınızı iletin. Paylasbuyusun.com adresine tıklayabilir, @paylasbuyusun üzerinden takip edebilirsiniz.
***
Bu ayki yazımda öğretmenlerle yaptığım bir söyleşiden alıntılar var. İzmir’deki doktoralı öğretmenlerin bir araya gelerek çıkarttıkları İzmir Akademi dergisinin bahar sayısı için yayın kurulu ile yaptığımız röportajdan bir alıntıyla ders yılının bitişini noktalayalım dedim. Sınav heyecanı kavramının bile farklılaştığı, başarının yarattığı sevincin, başaramamanın yarattığı üzüntünün tam hissedilemediği garip bir zamanda bu hususlara değinen iki soruya verdiğim cevapları (konuşma dilinde) aktarıyorum. Birincisi başarı üzerine. Tam da sınavlarda kazananların bile kendini tam başarmış hissetmediği acayip bir durum varken. İkincisi, ergenliğin uzayıp uzamadığı, gençlerin hayata tam olarak ne zaman hazır oldukları ile ilgili bir soru.
İzmir Akademi Yayın Kurulu: Akademik başarı kaygısının, veliler ve dolayısıyla çocuklar üzerinde giderek artan bir baskı haline geldiğini görüyoruz. Bu durum çocukların kendini gerçekleştirmelerinde sadece akademik başarının geçerli görüldüğü tek boyutlu bir ihtiyaç hâline geliyor. Çocukları bu kıskaçtan kurtarmanın yolu nedir sizce?
YY: Akademik başarı (hele bunu arzu etmek) ayıp ya da kötü bir şey olmadığı gibi akademik başarısızlık da öyle değil. Burada, ilkokul yaşlarında başlayan, çocukların öğrenme ile olan ilişkisindeki negatifliklerin önüne geçen ‘öğrenme ilişkisi pozitifliği’ ortaya çıktığı ölçüde, akademik başarı olmasa bile öğrenmenin gerçekleşebileceğini düşünüyorum. Öğrenme zevki nasıl gelişir? Yetersizlik hissetmediğimiz ölçüde. Çünkü küçük yaşlarda hissedilen yetersizliklerin birikimi ile özellikle ergenlikle birlikte başlayan öfke, geride kalıyor olma, hayatta bir yer bulamayacağı düşüncesi ile beraber birçok çocuğun, ergenin davranışını belirlemeye başlıyor. Diyebiliriz ki ‘herkes aynı başarıda olacak’ diye bir şey yok. Herkes aynı ders başarısını üretebilecek kapasitede olmayabilir, bunu tartışmıyorum. Ama tam da bu farklılık ve değişkenlik nedeniyle öğretimin bireyselleştirilmesi, farklılaştırılması gibi kavramların hayata geçirilmesi ön plana çıkıyor. Başarısız olunabileceğini kabul etmek gerekir. ‘Her şeyi’ başarmak zorunda değiliz. Bir diğer konu, başarma alanlarının sınırsız ve açık olduğunu, bir alanda olmasa da başka bir alanda başarılı olunabileceğini bilmek, başarısızlığa, kayba tahammülü de arttırır. Sadece sanat ya da spor gibi performans alanlarını düşünmeyelim. Öğrencinin kendini ortaya koyabildiği alanların çoğalması, okulda birçok durumda başarısızlığa tahammül etme ‘fırsat’larının ortaya çıkmasını getirir. Örneğin, okuldaki ‘kabadayı çocuklar’, ‘efeler’ ve ‘bitirimler’in bir kısmı kendi emekleriyle elde ettikleri bir kazanım olmayan, fiziki kuvvet, yakışıklılık veya güzellik gibi, sonuçta dönüp dolaşıp onları tatmin etmeyecek olan, özelliklerini öne çıkartarak başarısızlıklarına tahammül edebiliyorlar. Ama ortaokul ve lise çağlarındaki başarısızlıklarına tahammül etmelerine yeten, ‘hiç kaybetmeyen hep kazanan’ gibi gösteren bu özellikler, 20'li yaşlara geldiklerinde pek prim yapmadığında, çok ciddi depresyonlar ya da değişik bağımlılıklar ortaya çıkıyor. Bu bize şunu gösteriyor: Başarısızlık acı verici bir şeydir, insan acıyla başa çıkmak için değişik yollar bulabilir. Bu yolların bir kısmı negatif bir şekilde, başka bir gelişim alanını bozarak uyum sağlamayı getiren durumlar oluyor. On iki yaşından sonra evin gelişimdeki yeni etkisi iyice azalıyor. Bu tıkanıklıkların aşılması, okulda farklı alanlarda kendini gösterme fırsatlarının doğmasıyla mümkün olur. Eskiden korolar, halk oyunları grupları gibi mahalle arasındaki okullarda bile olan şimdi ise çok nadir olan toplu aktivitelerin beraberlik ve bağ geliştirme üzerine etkisi gibi koruyucu etkenler başarısızlığı korkulacak bir durum olmaktan çıkartırken, başarma için gereken işbirliği vb ortamlara da yol açar. Kazanmak ile başarmak da çok sık karışıyor. Kaybetmek başarsanız bile yaşayabileceğiniz bir durum.
***
Burada sorunuza doğal olarak net bir cevap veremiyorum, ama tartışmayı iyice tarif etmek de yetebilir. Bir tarafta akademik başarı çok ve tek önemli şey iken, diğer tarafta ise akademik başarının hiç önemli olmadığı, derslerin bir öneminin olmadığı, önemli olanın mutluluk olduğunu savunan bir ekol var. Sanki ikisinden biri olması gerekirmiş gibi. Bu sorunların azaltılması, çoklu gelişme imkânlarının artmasıyla mümkün olacaktır. Bazen bunu beş derslikli küçük bir okulda bir öğretmenin başarabildiğini görebiliyoruz. Bu bir bakış açısı meselesi. Beraber şarkı, türkü söylemek, dans etmek, oyun oynamak; sınıfın dekorasyonunu çocuklarla beraber yapmak gibi faaliyetler buna bir örnek.
Başarı ve okuldaki gündelik hayatın geliştirici etkisi üzerinde düşünürken, öğretmenlerin üzerindeki yüklerin daha iyi tanımlanmasına da ihtiyaç var. Özellikle öğretmeye çalıştığımız bilgilerin çokluğundan ötürü. Çok şey öğretmeye çalışırken hiçbir şey kazandıramamış olmak gibi bir gerçek de var. Akademik başarıyı sırf öğrencilerin meselesi olarak da görmemek lazım. Aynı şekilde öğretmenlerin de meselesine dönüşüyor, öğretmenler de ‘başaramayanlar’ olarak görülüyorlar.
Ben müfredat yükünün başarı üzerinde olumsuz bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Her yıl birçok öğretmenle konuşuyorum. Gördüğüm şey, herkesin sürekli bir şeyler yetiştirme derdinde olduğu. Herkes hep geriden gelme, yetişememe, tam yapmak istediklerini yapamama duygusu içerisinde. Pandemi dönemi aslında müfredatta radikal değişiklikler yapmak için bir fırsattı (bu konuşma yapıldığında Maraş depremleri henüz olmamıştı). Bu fırsat henüz kullanılamamış gibi gözüküyor. Eğitim uzmanı olmamakla birlikte konuların seyreltilmesinin ve az ama derinlemesine öğrenmenin arttırılmasının olumlu bir etkisi olabileceğini düşünüyorum. Başarıyı çok zorlaştıran bir yanı olduğu gibi üstün başarıyı da değersizleştiren bir yanı var. Öte yandan binlerce kişinin tam puan aldığı sınavlar var. Bir yanda da sınav sonuçlarına baktığınızda çocukların bir bölümü okuduğunu anlamıyor.
***
İzmir Akademi Yayın Kurulu: Söylediklerinize paralel olarak ergenlik dönemi özelliklerinin kültürel kaynaklı bir algı olduğuna yönelik görüşler de dile getiriliyor. Bu kültürel farklılıklara dayalı olarak ergenlik döneminin uzadığı da dile getirilenler arasında. Sizce ergenlik döneminin uzadığına ilişkin algı, yaşadığımız çağın kültürel yapısından kaynaklı olabilir mi? Bu konuda neler paylaşmak istersiniz?
YY: Ergenlik uzuyor ama bir kısım insan da diyor ki, ergenlik erken mi başlıyor? Hatta çocukların fiziki gelişimlerine baktığınızda hakikaten birkaç önceki kuşağa kıyasla hem boy pos hem ikincil cinsel karakteristikler vs. gibi özellikler çocuklarda biraz daha erkence ortaya çıkıyor. Bunun beslenmeyle ilgisi olduğu söyleniyor. Yediklerimiz, içtiklerimizde istenmeyen şeyler mi var? Bunların sebepleri kesin değil. Ergenliğin uzaması bir parça bebekliğin uzamasına da benziyor. İnsan bebeği, insan yavrusu gelişiminde diğer memelilerden farklılıklar gösteriyor. Mesela fil yavrusu, doğduğundan neredeyse üç saat sonra ayağa kalkıyor, neredeyse ertesi gün annesi babasıyla birlikte yemeğe, çevreyi araştırmaya çıkıyor. Şimdi insan yavrusu ise kendine gelip de şöyle bir sağa sola bakana, kafasını kaldırana kadar üç ay, ayağa kalkıp düz bir çizgide yürüyene kadar 1-1,5 yıl, iki kelimeyi bir araya getirene kadar 2-2,5 yıl geçiyor. Sizler öğretmen olarak çok daha iyi biliyorsunuz, lise talebesini, anası babası yatağından kaldırıp okula getirip bırakıyor. Evet, şimdi o nedenle insan yavrusunun ihtiyaçları güçlü, belli durumlarda bağımlılık yanı baştan beri oldukça güçlü. Bir ihtiyaç var. Birbirimize ihtiyaç. Bu ihtiyaçlar bir ölçüde üzerimizdeki toplumsal taleplerle de bağlantılı. Bir bebek fizyolojik olarak hazır olmadığı için ileride büyüme/gelişim sürecinin bir parçası olarak yapabileceği birçok şeyi başlangıçta yapamıyor. Ama büyüdükçe, hayatın gerekleri ortaya çıktıkça yeni beceriler yapabilme yanı gelişirken, yapması beklenenler de artıyor. Sizin gruptaki öğretmenler gibi, doktora gibi eğitimleri, bir yandan öğretmenliğinizi yaparken bunu yürütmüş olmanızı düşünün, burada beklenenden fazlasını yapabilecek, somut yaşamsal ihtiyaç ya da zorunluluk olmadığı halde yaptıklarınızı unutmayalım. Gençlerden yüksek lisans yapanlara sorunca, hayatı biraz ötelemek, henüz hazır hissetmediği durumlara girmeyi geciktirmek için, diye cevaplıyorlar.
Psikolojik verilerle açıklanabilir gibi gözüken konuların altında daha ziyade ekonomik, politik ve sosyal bazı gerçekler de var. Kafamdaki cevap şu: Ergenlik uzadı, çünkü hayat daha çapraşıklaştı. Eğer ergenlik ve gençlik hayata hazırlık için bir dönem ise hayat daha çok hazırlanmak gereken bir nitelik kazandığında bu süreyi uzatmak mantıksız gelmiyor. Hatta ne kadar hazırlanırsak hazırlanalım hâlâ tam olarak hazır hissedemediğimiz bir duruma dönüştüğü için birçok becerisi tam olan, yetişmiş, çalışmaya hazır birçok birey hayatına girme konusunda tereddüt ediyor.