Bu tarihi fotoğraf Afrika’da açlık sorununun büyük boyutlarda olduğu 1993 yılında Sudan’da çekilmişti. Birleşmiş Milletler’in kurduğu yardım kampına büyük zorlukla gitmekte olan bir kız çocuğunun arkasında bulunan ise onun ölmesini bekleyen bir akbabadır.
Fotoğraf sanatçısı Kevin Carter bu fotoğrafı çektikten sonra akbaba kaçmış ama kıza yardım edemeden bölgeden uzaklaşmıştı. Bulaşıcı hastalıklardan korunmak için bölge insanlarıyla yakınlaşmaması uyarısından dolayı bu kararı almış ama bunun bedelini birkaç ay sonra ağır ödemişti.
Fotoğraf, dünya medyasında viral olunca Batı’da, Afrika’daki açlığın korkunç boyutları gözler önüne serilmiş ve bölgeye yardım kampanyaları rekor düzeye ulaşmıştı.
Bitkin ve sendelemekte olan o Afrikalı kızın akıbetinin ne olduğu bilinmiyor. Carter’a neden kıza yardım etmediği sorulduğunda ise, profesyonel fotoğrafçı olduğunu, yardım görevlisi olmadığı savunusunu yapmıştı. Fotoğraf daha sonra sahibine Pulitzer Ödülü’nü de kazandırır. Zira tek bir kare, açlık sorununun farkındalığını en yükseğe çıkarmıştı.
Lakin sonrasında, sahneye Carter’ın kanayan vicdanı ortaya çıkar ve kıza yardım edemediği için kendini suçlu bulur. Birkaç ay sonra kendisi içindeyken aracının içine egzoz borusunun gazını vererek intihar eder. Dünya şoka girer.
Vicdanının rahatsız edici sesine dayanamamıştı Kevin Carter.
Vicdanı aklına karşı galip gelmişti.
***
Dostoyevski’nin ölümsüz eseri ‘Suç ve Ceza’nın kahramanı genç hukuk öğrencisi Raskolnikov, eğitimi için ailesinden aldığı yardım parası bitince büyük sıkıntıya girer. Çok zengin olan ve ona tefecilik usulüyle yardım eden bir yaşlı kadından nefret etmektedir. Kahramanımız bir parazit gibi zararlı gördüğü tefeci kadını öldürüp kendisine ve insanlığa faydalı bir eylemde bulunacağını düşünür. Ve bir gün kadını baltayla öldürür. Üstelik tesadüf eseri orada beliren kadının kardeşini de öldürmek zorunda kalır. Öldürdüğü kişinin kötü kalpli, kimseye faydası olmayan yaşlı bir kadın olduğu fikrinden hareket ederek, vicdanı rahat bir şekilde, kadının birkaç ziynet eşyasını da yanına alarak olay yerinden kaçar. Paranın yanlış ellerde olmasını kabul etmenin mümkün olmadığına ve insanlık adına bu eylemin doğru olduğuna kendini telkin eder.
İlk başlarda insanlık için faydalı bir eylemde bulunduğu inancıyla yaşamına devam eder ama bu arada kadından çaldıklarına da dokunmaz. Lakin akıl ile vicdan savaşını akıl kaybetmeye başlar ve vicdanı ona büyük acılar çektirir. Gecelerini ateşler içinde sayıklayarak geçirir zira yaşlı tefeciyi öldürmesinin yanında masum kardeşini de öldürmüştür, ‘insanlık misyonunun’ yerine getirilmesi esnasında.
Ve vicdan galip gelir. ‘İnsanlık kötü kalpli tefeciden kurtulsa’ bile Raskolnikov’un vicdanı kendisini cinayeti itiraf ettirmesine kadar götürür…
***
Albert Camus’nün ölümsüz eseri ‘Yabancı’da kahramanımız Meursault annesinin ani ölümü karşısında duyarsız kalır, cesedine bakmaz bile. Tabutunun önünde bile günlük sigarasını tüttürür. Ne zaman öldüğünü bile bilmez. Roman, “Bugün annem öldü, belki de dün, bilmiyorum” diye başlar. Meursault, annesinin ölümüyle birlikte hayatın anlamsızlığına ve insan varoluşunun acımasız gerçeklerine karşı duyarsızlaşır.
Bu umursamazlık aslında varoluşun büyük sıkıntısı ile ilgilidir. Yabancılaşma ile.
Camus’nün annesi ise tüm hayatı boyunca, doğduğu ve bir zamanlar Fransa’nın sömürgesi olan Cezayir’de yaşamıştır. Albert, bir yaşındayken babasını kaybetmiş, 18 yaşında Paris’e taşınarak annesini Cezayir’de bırakmıştır. 1957’de Nobel Edebiyat Ödülü konuşmasında annesini Stockholm’e kadar bile getirmiş olsa da hep bilinçaltından annesiyle yeteri kadar ilgilenmediğini düşündüğü söylenir. Onu Paris’e getirmeyi hiç düşünmemiştir zira orada meşhur olmasıyla birlikte Cezayir yaşamının aşırı yoksulluk günlerinden sonra etrafındaki kalabalık, meşhur olmanın yarattığı parıltılı mıknatıs alanı, yeni romanları, felsefi açılımları, Jean Paul Sartre ile bitmek bilmez felsefi ve siyasi tartışmaları, sevgilileri derken, yoksulluk döneminin tek dayanağı olan annesini hep ihmal ettiğini düşündüğü iddia edilir. ‘Yabancı’da da vicdanını özeleştiri yaparak bir nebze temizlemeye çalışır.
Meursault’nun annesine olan duyarsızlığı, Camus’nün vicdanının, sahibi olduğu insana yaptırdığı özeleştirinin kendisidir, son tahlilde…
***
Kötülüğün, zulmün iki yaptırımı vardır. Biri yasalar ise diğeri vicdandır. Yasalar, onu hazırlayanlara, zamana ve coğrafyaya göre değişebildiği için görecelidir. Lakin vicdan temelde evrenseldir, insanın iyi ile kötüyü ayırt edebilmesine yardımcı olan yegane ahlaki değerdir.
Vicdan, insanın içindeki kötülüğü yenebilmek için vardır ve insanın aklından bağımsız hareket eder. Diğer bir deyişle, yaşamdaki eylemler akıl ile vicdan arasındaki savaşların sonucuna göre şekillenir…
“Kötüler hiçbir yerde saklanamaz, çünkü ne kadar saklansalar vicdan kendi kendilerini buldurur onlara” der Epikür.
Yaşadığımız günlerde gördüklerimiz, işittiklerimiz bazen Epikür’ü haklı çıkarmıyor gibi gösterebilir. Ancak, vicdan, aklın yarattığı kötülükle savaşında galip gelmemiş olsaydı bugün dünya hala taş devrinde yaşıyor olabilirdi. Lakin kötülüğün yarattığı tahribat geçici de olsa onarılmaz izler de bırakıyor.
Bir de yaşayan en ünlü Türk düşünürü İoanna Kuçuradi’ye ses vererek vicdana bir büyüteçle bakalım:
“Vicdan demek yetmiyor. Vicdan nasıl beslenirse öyle oluşuyor. Eğer siz vicdanınızı değer yargılarıyla doldurursanız, o vicdan zarar verebilir. Ama değer bilgisiyle doldurursanız son derece önemli bir faktör olur.”
Vicdan temelde kötülüğe karşı savaşır. Lakin doğru silahlarla savaşması için Kuçuradi’nin dediği gibi içini doğru doldurabiliyor muyuz günümüzde?
Bazen yaşadıklarımız karşısında vicdanın görevini tam yapamadığı ve hatta köreldiği izlenimi Kuçuradi’ye hak verdirtirken gelecek adına karamsarlığımızı daha da artırıyor.
Adaletsiz ve haktan yoksun hayat ağır geliyor.
Neredesin peki, ey vicdan?