Bazen, hayatın insanı alıp sürüklediği geri dönülemez yollarda aniden, bir ölüm hatırlatır geçmişte kalmış bir değeri.
Ünlü Çek romancı Milan Kundera geçtiğimiz hafta 92 yaşında hayata sessizce veda ettiğinde, onun kaleminden çıkan belki de 20. yüzyılın kültür çevrelerinde en çok tartışılan roman olan, ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni hatırlamadan geçmek nasıl mümkün olabilirdi ki…
Kundera, Sovyet komünizminin fiziken ve ruhen işgal ettiği Doğu Avrupa ülkelerinden en fazla aydın ve entelektüel çıkaran Çekoslovakya’da uygulanan sistemin faşizmden farkı olmadığını dile getirdiği için 1976’da ülkesinden Paris’e sürgüne gider ve 1981’de de Çek vatandaşlığından çıkarılır.
Kundera 1982’de ise, 1968 Prag baharı – başkaldırısı ve akabindeki Sovyetler Birliği ve uydusu ülkelerin tanklarla Çekoslovakya’yı işgal zamanlarının arka planda olduğu ve varoluşun ağırlığını/hafifliğini – diğer bir deyişle varoluşun birey temelindeki trajedisini dört ayrı karakterle anlattığı yarı felsefi romanını yazar ve roman, yıllar içinde varoluş felsefesinin her yönüyle masaya yatırıldığı ve üzerinde aydınların çokça tartıştığı ve eleştirdiği bir eser haline gelir…
Roman, Tomas, Tereza, Sabina ve Franz adlı dört karakterin gerek siyasi iklimden gerekse de varoluşun doğasından ileri gelen savrulmaları üzerinden, varoluşun karşıt ontolojik dokularını ve karakterlerinin farklı yöne akışlarını anlatmaya çalışır ve sonunda hangisinin en iyisi olduğunun çözümlemesini okura bırakır.
Romanın felsefi altyapısını, Nietzsche’nin hala tartışılmakta olan ‘ebedi döngü’ teorisiyle Antik Yunan filozofu Parmenides’in dünyayı zıtlıklar üzerinden okuduğu felsefesi oluşturur.
Friedrich Nietzsche’nin ‘ebedi döngü’ düşüncesinde, zaman döngüsel bir formdadır ve olaylar bu döngüsellik içinde sonsuza değin kendini yineler. Genelde insan, sonunda kaderini de seveceği bu döngüsel formda yaşamak ister. Ancak bu varoluş formu insana büyük bir yük getirir ve bazen onu ezer.
Genelde ötekiyle ve toplum içinde sağlam ilişkileri ve sorumlulukları olan insanlar bu form içinde kalır ancak bu kendini sürekli yineleyen ve gittikçe ağır yük ve sorumluluklar gerektiren yaşam altında ezilmeye başlayan birey akışkan doğası gereği varoluşsal yönünü değiştirmeye, ağırlıktan kurtulmaya çalışıp daha özgür, ayakları havalanmış ve havadan bile daha hafif bir varoluş modeline kayma eğilimi de gösterebilir. Sonra ise Kundera’ya göre, insan varoluşun hafifliğine dayanamaz ve tekrar o eski ağır yüklü hayatını özler. Özgür de olsa havada duran bir varoluş formunu terk etme eğilimi gösterir.
Bütün bu gidip gelmeler ise varoluş felsefesinin en temel dayanağı olan, insanın aldığı ve alacağı seçimler neticesinde hayata geçer.
Romanda Tereza ile evli olan ana karakter Tomas, işte hayatında böylesi bir karşıtlık sarmalında yuvarlanıp gitmektedir. Hayatın ağırlığı altında ezilmeye başladığını düşündüğü andan itibaren ‘özgür olma’ kararı alır ve eşini birçok kadınla aldatmaya başlar. Hafifliği en yoğun cinsellikte görür ve kendini fiziksel hazlara teslim eder.
Kundera, Tomas’ın hafif hayat formuna geçmesini, kural ile sorumluluklardan kaçmasını, yattığı kadınlarla aynı yatakta uyumaması gibi çarpıcı bir örnekle verir. Varoluşun ağırlığından kurtulan Thomas hafifliğin ürünü olan haz merkezci bir yaşama doğru evrilir.
Onun için hiçbir zaman doyum artık mümkün değildir. Thomas doyumsuz ve sürekli tüketerek varoluşun hafifliğine kendini kaptırmış post modern tipolojinin en çarpıcı örneği olmuştur.
Ancak insan sabit değildir, değişime açıktır, ters yöne de olsa evrilmeye eğilimlidir. Tomas bir süre sonra bu hafif varoluşun dayanılmazlığı duygusuna kapılıp karısına dönerek eski hayat formuna dönmeye karar verir. Zira Nietzsche’den etkilenen Kundera, kahramanına ağır da olsa, ebedi dönüş formundaki yaşamı özletmiştir…
Romanın diğer bir çarpıcı ana karakteri Sabina ise siyasi otoriteye muhalefet ederken, öte tarafta, birey noktasında hayatın hafif tarafını yeğlemiştir. Sürekli yeni ama kalıcı olmayan ilişkiler içinde yolunu bulmaya çalışır. Sıkıcı, kendini tekrarlayan ve ağır külfetler getiren ilişki formatından, diğer bir değişle, varoluşun ağır formundan hep kaçar. Lakin Kundera, roman karakterlerinin değişimleri üzerinden bu tür hayatın önceleri çekici geleceğini, ama sahibinde var olmanın dayanılmaz hafifliğini de yaratacağını savlar.
Nitekim Tomas karısıyla ücra bir köye yerleşip hafiflikten vazgeçer. Ancak kuralcı ve kendini bir hiç olarak gören karısı başka bir erkekle olacak kadar karşı tarafa geçer. Sabina da hafif hayatına son vererek New York’ta yerleşik bir hayata atılır. Ona aşık olan ağır hayatçı akademisyen ve kuralcı Franz ise mistik ibadet peşinde Kamboçya’ya göç eder.
Hepsi de Kundera’nın kullandığı terim ile ‘varoluşsal vertigo’ya maruz kalır ve yer değiştirirler.
Anlaşılacağı gibi insan, varolmanın dayanılmaz hafifliğine veya ağırlığına dayanamayıp akışkan özelliğini kullanıp kimi zaman ağır, kimi zaman da hafif hayata yelken açabiliyor...
***
Kundera’nın romanın girişinde yer verdiği Antik Yunan filozofu Parmenides hayatı hep karşıtlıklar üzerinden tasvir eder. Siyah/beyaz, aydınlık/karanlık, incelik/kabalık, varlık/yokluk ve hafif/ağır gibi. Parmenides’e göre beyaz, aydınlık, incelik ve varlık olumlu, karşıtları olumsuzdur. Ancak can alıcı soru, hafifin mi, ağırın mı olumlu olduğudur. Parmenides’e göre hafif her daim olumludur…
O halde Kundera’nın varoluş açılımındaki hafif hayat olumludur, Parmenides’e göre.
Nietzsche ise insanın genelde ağır hayatı benimseyebileceğini ve bu yolda oluşan kaderini sevebileceğini -amor fati- savlar. Ona göre ağırlık külfetli de olsa, insana daha yararlı gelebilir…
Kundera, “Hayat ne kadar ağır ise yere daha yakındır, daha hakiki ve daha dürüsttür ancak hayat ne kadar hafifse daha özgür ama yarı gerçek bir varoluşla yuvarlanıp gidersiniz ve sonra da varoluşun dayanılmaz hafifliğine düşersiniz” der.
Seçim kapıda bekler hepimizi.
Varoluşun en büyük, en hayati motoru seçimlerdir zira.
Her seçim bir kaybediştir aynı zamanda da.
Siz hangisini seçerdiniz?