Bibi’yi arayıp tebrik edenler içinde, Başkan Clinton da vardı.
Clinton “Tebrikler Bibi…” diye kıkırdadı, “… kaybetmen için elimizden geleni yaptık ama, sen bizi atlettin!”
“İlahi Bill…” diye düşündü Bibi, “bilmediğim bir şey değil ama, ABD Başkanının, başka bir ülkenin seçimlerine müdahale ettiğini itiraf etmesi ilginç!”
“Sizinle çalışmak için sabırsızlanıyorum…” dedi Netanyahu.
***
Pratik bir insan olan Clinton, seçim kampanyasında Oslo Anlaşmalarını şiddetle eleştiren Bibi’yi Beyaz Saray’a davet etti.
“Oslo”, İsrail için tehlikeli bir anlaşmaydı… Ama hükümetler, öncekilerin yapmış olduğu anlaşmalara uymak zorundaydı…
Beyaz Saray’da Bibi, tüm çekincelerine rağmen, Filistinlilerin karşılık vermesi, yani terörü dizginlemesi halinde, anlaşmalara sadık kalacağını bildirdi.
Washington’da Al Gore, Bibi -ve Yahudi cemaatinin ileri gelenleri- onuruna bir davet düzenledi. Davette Al Gore, Netanyahu’yu tanıtırken, ona takıldı:
“Bibi, hakkında araştırdım da, lisenin futbol takımında ‘sol’ forvet oynuyormuşsun…” [Gülüşmeler]
“Doğrudur Al… ama topu her zaman ‘sağa’ attım. [Tekrar gülüşmeler]
***
Clinton Bibi’nin, iki konuda ilerlemesini istiyordu: 1- Filistin; 2- Suriye. Netanyahu, Clinton’a karşı koşullarını söyledi: Suriye’nin, önce Şam’daki terör örgütlerini sökmesi; FKÖ’nün ise Hamas’la mücadele etmesi ve okul çocuklarının antisemitik beyin yıkamasına son vermesi gerekiyordu.
Bibi, İsrail’in söylediklerine kulaklarını kapayıp, Filistinlilerin yakınmalarına öncelik veren bir “Beyaz Saray’la” uğraştığı hissiyle Washington’dan ayrıldı.
ABD yönetimi, sorunun İsrail’in “işgal edilmiş toprakları” elde tutması olduğuna, 67’ sınırlarına döndüğü takdirde, barışa ulaşılacağına inanıyordu… Bibi’ye göre, yanılıyorlardı… 1967 Arap saldırısında, İsrail -adı üstünde- 67’ sınırlarındaydı… ve saldıran, İsrail olmamıştı.
Araplar’ın niyeti, “İsrail’in yanında” değil, “İsrail’in yerine” bir devlet kurmaktı, Bibi’ye göre… Muhtemelen haklıydı da: Bibi’yi takip eden Barak, Şaron ve Olmert hükümetleri, Filistin ve Suriyelilere olağanüstü tavizler vermelerine rağmen barışı sağlayamayacaklardı.
Bibi’nin teorisi şuydu: Bir kere, Filistinlilerin, İsrail’i ‘haritadan silmenin’ ulaşılamayacak bir fantezi olduğunu anlamaları gerekiyordu… İkinci olarak da, Arap dünyası ile barışmanın yolu, Ramallah’daki Filistin Yönetiminden değil, tek-tek Arap başkentlerinden geçiyordu.
Ayrıca, adı Filistin Yönetimi’ne dönüşen FKÖ, ‘Oslo’ya’ taraftar gözükürken, örneğin Hamas ve İslami Cihad karşı geliyordu. Öteden beri böyleydi bu: FKÖ… FHKC, İslami Cihad, Hamas… Hamas’dan ‘daha da hamasi söylemi olan’ bir hizip her zaman çıkıyordu.
Bunlardan hiçbirinin Filistin’de bir Yahudi Devletini kabul etmeleri mümkün görünmüyordu Bibi’ye.
***
Bibi başbakan olduğunda, İsrail ekonomisi yarı-sosyalist, yani devlet kontrolünde, kişi başı GSYH’sı Avrupa ülkelerinin çok altındaydı.
Bibi’nin önce bunu düzeltmesi gerekiyordu. Yağmaya açık, ve eski bakanlara iş garantisi sunan devlet şirketlerini özelleştirmek kolay iş değildi tabii ki…
Bibi, ilk döneminde, 4,5 milyar dolarlık özelleştirme sağladı… Buna, İşçi Partisinin devletçi politikalarının amiral gemisi Bank Hapoalim’in özelleştirilmesi dahildi.
“Nasıl oluyor da, yurt dışında yaşayan Yahudiler -ve ülkeyi terkedip dışarı yerleşen İsrailliler- başarılılar da, kalanlar değil?” diye soruyordu kendine Bibi… Yahudilerin en salakları İsrail’e yerleşmiş -veya ülkede kalmış- olamazdı. Sorun halkda değil, sistemdeydi muhtemelen.
Ülkedeki katı döviz kontrollerini özgürleştirmeyi de aklına koymuştu Bibi. Ekonomi “uzmanları” ise, karşı geliyor, “Şekel’in de, Meksika Pesosu gibi, çökeceğini… döviz rezervlerinin yurt dışına kaçacağını…” söylüyorlardı.
Bibi, riski göze almaya karar verdi… Tüm ekonomik kısıtlamaları kaldırdı. Artık İsrail halkının, “yastık altında” döviz bulundurması gerekmeyecekti… Özgür bir ülkede yaşıyorlardı… paralarıyla canlarının çektiğini yapabilmeliydiler.
2004’te İsrail ekonomisi, ‘birinci dünya’ ülkelerinkine tamamen entegreydi artık… Dövizler İsrail dışına kaçmamıştı uzmanların korktuğu gibi.
Üniversitelerin, acilen yüksek teknoloji (hi-tech) uzmanlarını yetiştirmesi gerekecekti… Devletin parası, 17. yüzyıl Tibet şiiri ve mikro elektronik arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsa, ikincisine öncelik vermeliydi.
Üniversite-ordu iş birliği sayesinde binlerce yüksek-teknoloji ‘start-up’ şirketi kuruldu… 1998 sonunda, döviz rezervleri 22,7 milyar dolara ulaştı…
Bibi, gerekli gördüğü reformları yaparken, bir yandan da, Başkan Clinton’un sürekli baskılarını savuşturmaya çalışıyordu.
***
Netanyahu, ilk başbakanlığında, İsrail’in ‘küresel duruşunda’ iki önemli değişiklik yaptı: Birincisi, ekonomiyi özgürleştirmek… İkincisi, uluslararası ilişkileri çeşitlendirmek (yani Çin ve Rusya ile bağları güçlendirmek). Bibi, önce Rusya’ya, sonra Çin’e gitti.
Çin başkanı Jiang Zemin, dünyada 1 milyardan fazla Çinli, 1 milyar Hintli, buna karşılık, sadece 12 milyon Yahudi olduğunu duyunca, kulaklarına inanamadı.
“2000 yıl önce, Roma imparatorluğu nüfusunun yüzde 10’unu oluşturan Yahudiler, bugün en azından 200 milyon olmalıydı…” dedi Bibi.
Jiang Zemin sordu: “Peki ne oldu?”…
“Çinliler ve Hintliler ülkelerini koruyabildiler… biz koruyamadık” dedi Bibi.
***
Bibi’nin hayat hikayesi, kimine göre “çok şükür ki” kimine göre ‘maalesef’ sona ermedi… Aksi takdirde, iki ‘taraf’ da çok sıkılırdı bana kalırsa.