Ezberimizi de rahatımızı da bozmamak uğruna

Yankı YAZGAN Köşe Yazısı
9 Ağustos 2023 Çarşamba

Yine kitaplardan söz edeceğim. Geçtiğimiz hafta yeni baskısı yayımlanan Romantik Bilim adlı kitabımın en sonunda İnkılap Yayınları Yayın Direktörü Gülşen İşeri’nin benimle 2011’de yaptığı röportajı yer alıyor. Bir kısmı ‘geçen yüzyıldan kalma’ yazılarımı okuduğunda ‘Onca yıl geçmesine rağmen hayatımızda pek de değişen bir şeyin olmadığını röportajı tekrar okuduğumda anladım,’ diyor ve soruyor: *Kitabınız anılarınızın kırıntısı gibi... 1980 öncesi ve sonrası kaleme aldığınız yazılar sözün önünde. Kitabınızdaki dipnotlar da bugüne taşımış fikirleri. Onca yıl geçmesine rağmen aslında hiç değişmemişim diyorsunuz öyle mi gerçekten?

200-300 yıl önce yazılmış, kurgu veya kurgu olmayan eserlere baktığınızda da (bazı açılardan, insan hayatında) neredeyse hiçbir şeyin değişmediğini görüyorsunuz. Daha doğrusu temel sayılabilecek değişikliklerin olmadığını. Yoksa değişen çok şey var. Örneğin, Kafka Milena’ya, twitter ya da WhatsApp mesajı göndermiyordu. Şu anda orta yaş kuşağındakiler gibi, oturup mektup yazıyordu. Mektup altı saniye değil, altı ay sonra varıyor, sonra oturup o mektubun yanıtını beklemek gerekiyordu. Zamanın kullanımında büyük bir değişiklik oldu, mesajlarımızı daha hızlı ve anında ulaştırabiliyoruz. Ama fikirler ve arzular, temel ihtiyaçlar değişmemiş. Bakıyorsunuz, örneğin, herkes sevilmek, beğenilmek istiyor. Hepimiz adaletsizlik gördüğümüzde doğrudan tepki vermeden yapamıyoruz; tepkimizi gösteremediğimizde rahatsızlık duyuyoruz. İçimizden bir şeyler bizi rahatsız ediyor, yazıyoruz ya da söylüyoruz... O sıralarda da şimdi de var olan, kendimde değişmemiş gördüğüm yan bu, ihtiyaçlarım, arzularım ve tepkilerim. Değişmezlikten kastım bir parça bu. Yoksa ifade biçiminin (hangi araçları kullandığımın) ihtiyaçlarımı, arzularımı ya da tepkileri etkilediğini, hatta bazı açılardan farklılaştırdığını ama başkalaştırmadığını düşünüyorum.

*1980’lere baktığımızda her açıdan zorlu bir süreçti. Siz de bir yandan hekimlik yapıp bir yandan da yazı yazmaya devam ettiniz...

Ben kendini eylemle gösteren biri sayılmam. Fikirlerimle daha ön planda olan biriyim, kalbim aklıma göre biraz zayıf kalmış, diyebiliriz.. Benim için yazmak ve çizmek bu tabiatıma daha uygundu. Yazarak ve çizerek, biraz da konuşarak görüşlerini ortaya koyan biriydim. Yol tarifi veren ama yola gitmeyenlerden... O tip insanlar var, ben de öyleyim. Sol terminolojide küçük burjuva aydını denen türden! Mesleki olarak psikiyatrlık/ psikoterapistlik ya da hekimlik de aynı değil mi? Atasözündeki, imamın yaptığı ile dediği arasındaki farkı düşünün.

*1980’lerde toplumda baş gösteren korku kültürünün topluma yayılması mı bizi bugüne getirdi?

Korku duygusu insan davranışlarını en kolay ve en yoğun etkileyen duygudur. Boğaziçi Köprüsünün Anadolu yakası girişinde gişelerin olduğu yerde otobüslerden indirilip sıraya dizilip kontrolden geçirilmek gibi basit bir kimlik kontrolü bile bu korkuyu yaratabiliyordu 1980’de. ‘Korkacak bir şeyi olmayan neden korksun?’ sorusunu soranlar olabilir. Baskıcı sistemlerin en büyük özelliği neden korkacağınızı bilememenizde; o belirsizlik, net olmama, her an tetikte olmayı, kendinizle ilgili olmasa komşunuzla, eşinizle ilgili veya onlar dolayısıyla korkmanızı, onlardan korkmanızı getiriyor. Nasıl oluyor diye, merak edenler Nazi Almanya’sında ‘sıra’nın rejimin kendisine ters bulduğu herkese geldiğini hatırlayabilir. Ya da, ‘Başkalarının Dünyası’ gibi filmlerde gerçekçi biçimde tanımlanan baskı rejimi hikâyelerine göz atabilir.

Korku etkisi altında davranışlar, dürtülerin, hayatta kalma dürtülerinin egemenliği altına giriyor ve ara renkler kayboluyor. Korku varken, siyah-beyaz, ‘ya hep ya hiç’ eğilimleri daha çok artıyor. Baskı döneminin en büyük zararı, özgür düşünmeye doğru giden (çoğu suikastlarla tetiklenen sert toplumsal çatışmalara rağmen) toplumdaki 1980 yazında görmeye başladığımız fikir çeşitlenmesini, esnek düşünmeyi yok etmesi oldu. Baskıcı, otoriter eğilimlerin boy vermesine neden oldu. 1970lerin Türkiye’si Human Rights Watch gibi kuruluşların izleme notlarında bugüne kadarki en demokratik dönemini yaşamış gözüküyor, paradoksal gibi olsa da. Tabii, ateş düştüğü yeri yakıyor. 1975-80 arasındaki çatışmalarda ve kıyımlarda ölen binlerce insanın varlığını hiç unutmamak lazım. Ancak 70’lerin can korkusu ile 12 Eylül sonrasının var olamama korkusu, varoluş imkânsızlığı arasında fark var.  Can korkusu çözüm yolları arattırırken varoluş korkusu insan olmayı bir nesil olarak sürdürebileceğimizden kaygı duymamıza yol açıyordu. 70’lerde genç olanlar altmışlı yaşlarının sonuna yaklaşıyor, 80’lerde genç olanlar ellili yaşlarını ortaladılar. O dönemleri daha iyi anlamak için, o zaman genç olanlar çocuklarını nasıl yetiştirdiler, buna bakmalıyız.

*Peki, Türkiye’nin (2011’de) hâletiruhiyesini nasıl yorumluyorsunuz? Toplumsal bir panik atak mı yaşıyoruz, paranoyaklaştık mı?

Toplum belirsizliğin arttığı, tekinsizlik hissi yaratan ve geleceğin giderek sislendiği koşullarda ‘tehlikedeyiz’ stresine kayar. O nedenle teklik, sıkıdüzen ve otorite arayışı artar. Toplumların otoriter yapıları tercih ettiği dönemler, dengenin altüst olduğu ve ne pahasına olursa olsun bir kurma denge arayışının olduğu dönemlerdir.

*Toplum olarak durumlarımızın psikolojiyle açıklanması rahatlatıyor aslında... Toplum da bunu istiyor ne dersiniz?

Psikolojiden çok şey bekliyorsunuz! Olan bitenin bir mantığı olduğunu, durumun bir açıklamasının olması gerektiğini varsayıyoruz. Belki de bir ‘mantığı’ yok! Ama insan olarak her duruma bir açıklama (bir mazeret, gerekçe vb.) bulma yeteneğimizin yüksek olduğunu unutmayın. Önce açıklamayı geliştiriyoruz, sonra inanmaya karar verdiğimiz açıklamanın kanıtlarını arayıp buluyoruz. Bir konudaki inancımızı değiştirmemek uğruna karşıt kanıtları görmezden geliyor, kendimizi destekleyen kanıtlara odaklanıp ezberimizi de rahatımızı da bozmadan yaşayıp gidiyoruz.

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün