Geçtiğimiz hafta, kasım ayına planlanan Endülüs gezimin hazırlıkları için Granada, Cordoba, Sevilla, Ronda ve Malaga şehirlerini ziyaret ettim. Daha evvel birkaç kez ziyaret ettiğim Endülüs’te bu seferki amacım hikayenin eksik parçalarını birleştirip, tıpkı İsrail turlarımda yaptığım gibi her günün teması olan bir program oluşturmaktı. Topkapı Sarayından Elhambra’ya, Orta Asya’dan Kuzey Afrika’ya İslam ilminin en yüksek olduğu dönemlere çıktığım bu yolculukta iki ayrı değerli danışmanın gözüyle yepyeni sorularla döndüm.
5. yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun yıkılması ile başlayan ve 15. yüzyılda İstanbul’un fethi ve Amerika kıtasının keşfi ile sona eren Orta Çağ dünya tarihini, İstanbul’dan Granada’ya, yeni kıtanın keşfinden sömürgeciliğe bağlantılar halinde okumak mümkün müdür?
1453’te Osmanlı Devleti’nin İstanbul’u fethi Avrupa’nın Asya’yla olan coğrafi bağlantısını koparmış ve Avrupalı devletler Doğu’nun baharatlarına ve ipeklerine ulaşabilmek için yeni yollar keşfetmenin mecburiyetine varmıştır. Granada’nın düşüşü ise Kristof Kolomb’un Atlantik üzerinden Hindistan’a ulaşmak için planladığı keşif gezisinin finanse edilmesinin önünü açmıştır.
Endülüs gezisi sonrası düşündüğüm konulardan biri de neden eğitim müfredatımızda eş zamanlı tarih okumalarının yapılamadığı idi. Nitekim yıllarca Fatih Sultan Mehmet’in 1453’te İstanbul’u fethedişini, bunun bir çağı kapatıp yeni bir çağı açan, devletten imparatorluğa geçiş olduğunu okumuş ancak Batı’nın adeta ‘rövanş’ alma çabalarıyla yaptıklarını ise pek görememişizdir.
Nitekim Sefaradlar’ın hangi şartlarda, ne tür ilimleri bu coğrafyaya getirdiği, matbaanın İbrahim Müteferrika’dan 220 sene evvel Ortaköylü İbn Nahmias kardeşlerle kurulduğunu da okul müfredatlarında göremeyiz.
Granada’nın elden düşüşü 19. yüzyılda burayı gezen Washington Irving’in romantik bir anlatımına (Tales of the Alhambra) konu olmuştur. Renkliliğin ve toleransın bulunduğu bu uygarlık, üçü de Cordobalı olan büyük düşünürler Romalı Seneca’nın, İbnül Rüşd’ün ve Yahudi dünyasının büyük alimi Maymonides’in ülkesi neler kaybetmiştir?
Kuşkusuz İslam medeniyetinin yayıldığı 10-12. yüzyıllarda Müslüman coğrafyanın dört bir yanındaki eserler birbirine benzer. Bu bir tesadüf değildir. Askeri ihtiyaçlar, coğrafyanın savunma ve yerleşme için kullanılması, inşaat usta ve mimarlarının ülkeler arasında gidiş gelişi, astronomi ilmindeki gelişmeler bu benzerliğin ana nedenidir.
Geometrinin, ışığın, suyun ve ritmin müthiş uyumunda, sembollerin izinde Elhambra’yı Topkapı’dan bir gözle, Papa’nın elindeki Cem Sultan’ı, dönemin İstanbul’unu, Sefaradları hissedip gezmek bizlere yepyeni soruları sorma ilhamını verir.
Soruları arttırabilmek mümkün, yeter ki farklı soruları sorabilmenin cesaretini gösterelim.
Granada’da, Sevilla’da, Cordoba’da kasten yok edilmiş Yahudi izlerini ‘Casa Sefarad’ adını verdikleri ve gittikçe popülerleşen Yahudi mirası rotalarında ararken, sözde Yahudi müzelerinde Fas’tan, Türkiye’den getirilen Yahudilik objelerini gördüğümde, sadece binası kalmış sinagoglara bir özür misali konan menorayı fark ettiğimde acı acı gülümsüyorum. Bugünlerde Maimonides’in heykeli önünde fotoğraf çektirenlerin ne kadarı bu büyük Yahudi aliminin sağlık konusundaki önerilerini duymuştur dersiniz?
Dilerim İspanya tarihiyle yüzleşirken,ülkemiz,canım İstanbul’um korumayı başardığı ancak son 40 yıldır yok olmaya başlayan Yahudi mirasını yerinde muhafaza etmeyi başarabilir. Hikayenin en önemli halkası bu topraklarda, izleri takip edip değerine bilenlere…
Oppenheimer dindar bir Yahudi olsaydı, kararları değişir miydi?
‘’Adından da anlaşılacağı gibi, Oppenheimer bir Yahudi’dir. Ancak Yahudi ırkında görülen genel özelliklerin tamamen dışındadır. Uzun boylu, iyi yetiştirilmiş ve iyi görünümlüdür. Tavırlarında zaman zaman bazı çekingenlikler görülse de ırksal özelliklerinin başvurusunun kabul edilmesinde bir engel olarak algılanmaması yerinde olur.”
Bu sözler Oppenheimer’ın Cambridge’e kabul edilmesi için referans mektubu veren Percy Williams Bridgman’ın, Oppenheimer’ın övdüğü referans mektubunun bitiriş cümleleri… Sevgili Bahar Akpınar’ın ‘Akademi’de Yahudi Olmak’ makalesinde okumuştum.
Şimdilerde Amerika’da bu antisemit sözlerle yazılsa dava açılabilecek bu mektup o dönemde Amerika’da birçok Yahudi akademisyenin, farklı disiplinlerde başarılı olan Yahudi bilim insanının gerçeğiydi.
Oppenheimer ile ilgili söylenmiş onlarca sözden sonra aklıma şu soru gelmekte; Oppenheimer dindar bir Yahudi olsaydı, kararları değişir miydi?
Yoksa zaten bir yerlerde unutmaya çalıştığı Yahudi kimliği mi ona sonradan bu ağır muhasebeyi yaptırmaya çalıştırdı?
Bu konunun Yahudi olması ile ne ilgisi var tamamıyla insanın kendi öz vicdanı diyenlerden misiniz? Soruların bizi hakikata yaklaştırması dileğiyle…