Başarı öyküleri kadar, başarısızlık içerenleri de ilgiyle okurum. Bu türdeki anıların her biri toplumda öne çıkmış insanların yaşanmışlıklarını, deneyimlerini aktardıklarından bana göre önemlidirler. Farklı nedenlerle de olsa yitirilmiş servetlerin, ulaşılamamış hedeflerin, yarım kalmış tutkuların, doğru yoldan ayrılmış insanların mutlaka bize anlatmak istedikleri vardır ki, o iletiler de hayatın birer gerçeğini ortaya koyuyorlar. Bu gerçek öyküler kadar, edebiyat dünyasının başyapıtlarını oluşturan kurguların etkisine boşuna kapılmıyoruz. Bir yazarın büyüklüğünün de onun bu etkileme gücünden kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Birçoğumuz, sahip olduğumuz bir şeyin değerini ancak onu yitirdikten sonra anlıyoruz. Bunlar para ya da onunla ifade edilen maddesel değerler kadar, sağlık, güzellik, ahlaklılık gibi tinsel değerler de olabiliyor. Bunların soluk aldığımız sürece ne denli önemli olduklarının bilincinde olmamıza, yeri geldiğinde söylememize karşın, davranışlarımızı değiştirmek için ne yazık ki bir çaba harcamıyoruz. Elbette ki sonradan hayıflanmanın da bir anlamı olmuyor. Özellikle ölümün kıyısına yaklaşmış birçok insan, bu gerçeğin farkına varmış olsalar da artık dönüşü olmayan bir yola girmiş bulunuyorlar. Nitekim doğu kökenli kimi öğretiler, bu gerçeği inananlarına farklı yollardan anımsatmaya hatta yaşatmaya çalışıyor.
Tasavvufta yer alan “ölmeden önce ölmek” kavramı, felsefede de farklı bir şekilde yer alıyor. İnsan doğduğu andan başlayarak yeni değerlerle tanışıyor. İlerleyen yaşımızla birlikte bu değerler hayatımızı şekillendiriyor, anlamlandırıyor. Öte yandan biriktirdiğimiz bu değerleri yitirme korkusunu da sürekli içimizde büyütüyoruz. Eski çağlarda, Mısır’ın Ra Mabedi’nde başlayan, daha sonra birçok öğreti ve gelenekte yer alan eriştirme törenlerinde, adaylara simgesel olarak ölüm deneyimini yaşatıp yeniden hayata döndürüyorlar. Bir başka deyişle aday, taşıdığı eski değerlerle ölüyor, yeni değerlerle hayata başlıyor.
Tiziano Terzani’nin, Atlıkarıncada Bir Tur Daha adlı kitabında okudum: Eski dönemlerde Çin’de, pek çok kişi ölümlü olduğunu unutmamak için evinde bir tabut bulundururmuş. Bazıları da önemli bir karar almaları gerektiğinde bu tabutun içinde yatar, böylece her şeyin nasıl da geçici olduğunu daha iyi bir bakış açısından görebilmeyi başarırlarmış. Bu örnekten sonra yazar şunu söylüyor: ”İnsan, günlerinin ne kadar değerli olduğunu anlamak için neden bir an için hastalandığını, günlerinin sayılı olduğunu –ki zaten öyledir- düşünmek istemez?”
Her şeyin geçici olması kimimiz için bir kaygı oluştururken, kimimiz de onun olumlu yanlarına odaklanıyor. Nitekim Eski Roma imparator ve düşünürü Marcus Aurelius, her şeyin geçici olmasının canlılığa bahşedilmiş en büyük nimet olarak görüyor. İyi ki diyor, hiçbir şey sonsuza dek yerinde çakılı kalmıyor.
José Saramago, Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş kitabında şöyle diyor:
“Oysaki dünyayı anlayamadılar ve ne yaparlarsa yapsınlar anlayamayacaklar, çünkü yaşamlarındaki her şey geçici, eğreti ve çaresiz bir şekilde yok olup gidiyor, insanlar, tanrılar, her şey yok oluyor, hatta ben bile…”
Hayatta her şeyin geçici olduğunu biliyoruz, ama ne yazık ki anlayamıyoruz. Bu gerçeği içselleştiğimizde hayatımız, insanlarla olan ilişkilerimiz kim bilir nasıl değişirdi?..