Oppenheimer

Marsel RUSSO Köşe Yazısı
16 Ağustos 2023 Çarşamba

Bir tarih sevdalısı olarak ancak dün Oppenheimer’ı izleme fırsatını buldum. Çok uzun olmasına ve zaman dilimleri arasındaki geçişlere rağmen akıcı bir filmdi, keyifle izledim. Yedinci sanat hakkında fikir yürütecek kadar bilgim yok, dolayısı ile işin sinema tarafına değinmek için yetkin olmaktan uzağım.

Ancak ortaya konan anlatı, filmin odağı Manhattan Projesi ve onu götüren J.Robert Oppenheimer etrafında dönen olaylar, görüş farklılıkları, bilimle etik değerlerin ne şekilde bağdaşıp bağdaşmayacağı konusu baştan sona izleyiciyi meşgul ediyor.

Daha geçtiğimiz günlerde, Ağustos 1945’te Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atılan atom bombalarının yıldönümünde yitip gidenler anıldı, nükleer silahlanma lanetlendi. Günümüzde başta Ukrayna – Rusya Savaşı olmak üzere birçok sıcak çatışmada kendini belli eden korku nükleerin devreye sokulması tehdididir. Zalimlerin biyolojik ve kimyasal silahları zaman zaman devreye soktukları ve binlerce insanın ölmesine, sakat kalmasına veya ileri yıllarda hastalanmasına neden oldukları tarihin kayıtlarında mevcut.

Atom bombası ile savaşın seyrinin değişebileceği fikri ise II. Dünya Savaşı katliamı esnasında gelişen ve hayat bulan bir projedir. Başkan Roosvelt’in 1941 Ekiminde – Pearl Habor baskınından yaklaşık iki ay önce – yeşil ışık yaktığı nükleer hamlenin Almanlar tarafında da karşılığının olduğu su götürmez bir gerçekti. Bu yarıştan ABD galip çıktı. Gelin görün ki Oppenheimer’ın arzusunun aksine, bombaya muhatap olma durumu Almanlara değil, Japonlara nasip oldu. Bombanın ilk denemesi[1] 16 Temmuz 1945’te yapıldığında, Almanlar çoktan müttefiklerle barış anlaşmasına imza atmış, milyonlarca insanın ölümüne neden olan savaş sona ermişti.

Pasifik’te durum öyle değildi. Japonya, gücünün son damlasına kadar direniyor, teslim olmaktan imtina ediyordu. Savaş öncesinde ve süresince Çin’de, Kore’de, Filipinler’de, Çin Hindi’nde başta yerel halk olmak üzere, eli silah tutan, tutmayan milyonlarca insana cehennem hayatı yaşatan, zulmü Avrupa’daki kader ortağından aşağı kalmayan Japonya’nın direnişini kırmak için Başkan Truman ve ekibinin kararı idi atom bombasının atılması. Manhattan Projesinin başladığı 1942’den, Oppenheimer’ın Los Alamos’ta konuşlandırılan nükleer laboratuvarın başına geçtiği 1943’ten itibaren, gizlilik içinde yürütülen tüm çalışmalar bunun içindi.

Kimine göre Amerikalılar, Pearl Harbor’daki aşağılanmalarının öcünü almak için buna yönelmişti. Kimine göre ise Japonya’yı dize getirmenin başka yolu kalmamıştı. Atom bombası direnci kıracak, savaşa son verecek, başkaca kaybın yaşanmasını engelleyecekti.

Diplomatik yollar tükenmiş miydi? Ya da bu yollara başvurulmuş muydu? Görüşmelerin sağlıklı bir ortamda yapılması fikri ve teslim olunması gerektiğini gizliden gizliye dillendiren İmparator Hirohito’nun nafile çabaları, geleneksel Japon askeri görüşü tarafından yok sayılmış, sindirilmişti.

Filmde Oppenheimer’ın bombanın etkileri hakkında endişeleri olduğuna tanık oluyoruz. Ancak bu endişeleri kendi içinde yaşar, çok açık etmez. Durum bombaların atılması ve gerçekleşen tablonun ortaya çıkması ile değişecektir. Rusların kendilerinden geri kalmayacağını kavraması çok zor olmamıştı. İşlerin sarpa saracağını kestirmiş, nükleerin kontrolünden söz eder olmuştur. Böylesi bir silahlanmanın insanlığı karanlığa götüreceği açıktan açığa bellidir, tabii görmek isteyenler için!

Başkan Truman ile olan ve bir nebze filme yansıyan fikirsel ve ilkesel çatışmalarının temeli budur. II. Dünya Savaşının muzaffer başkanı Truman, hem Almanları dize getirmiş, hem de Japonların iflah olmaz inatlarını kırmıştı. Ne pahasına olduğu çok da umurunda değildi. Programa devam etmek ve ondan gelecek güçle dünyanın savaş sonrası şekillenmesine yön vermek Truman için bir var oluş ilkesi olmuştu. Hatta hidrojen bombasını da geliştirmek gerekiyordu.

Oppenheimer’ın, ne Rusya’nın nükleer silah geliştireceği hakkındaki endişesi, ne de Los Alamos’un devamlı kılınması durumunda yaşanabilecekler konusundaki fikirleri Başkan tarafından dikkate alındı. Üstelik gençliğinde komünist ilişkileri vardı, hatta daha ötesi eşi de komünistti. Partiye kayıtlıydı, kartı da vardı! Büyük bir bilim insanı olmasına rağmen dönemin şartlarına göre makbul değildi.

Gerçi savaş sonrasında, 1946’da Liyakat Nişanı ile onurlandırılmıştı, ancak kırgındı. Kullanılıp kenara konmuştu, tıpkı Einstein’ın kendisini uyardığı gibi. “Ellerimin kirli olduğunu hissediyorum”, Başkan Truman’la olan görüşmesinde, kendini sorumlu hissettiğini açığa veren çarpıcı bir yargıdır. Başkanın, elinin kirini silmesi için mendil uzatması ise siyasetin acımasızlığını gösteren bir hareket. “Bu adamı bir daha bana getirmeyin, onu görmek dahi istemiyorum…” Başkan Truman’ın Oppenheimer hakkındaki duygularının özetidir.

Trinity deneyinden iki gün önce Oppenheimer endişelerini ve umutlarını Hindu dilbilimci düşünür Bhartṛhari’nin Sanskritçe kaleme aldığı Śatakatraya şiir seçkisinden bir alıntı ile dile getirir.

Savaşta, ormanda, dağların başında,

Karanlık büyük denizde, ciritlerin ve okların ortasında,

Uykuda, şaşkınlıkta, utancın derinliklerinde,

Bir insanın daha önce yaptığı iyilikler onu korur.


[1] Trinity  deneyi olarak da bilinir.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün