2002 yılının yağmurlu bir haziran gününde Auschwitz Ölüm Kampındaydım. Güneşli bir günden öte zorlu koşulları anımsatmaya çalışan bir havayla Polonyalı bir rehber eşliğinde, dünya coğrafyasında, tarihin en büyük mezaliminin yaşandığı yeri dehşetli gözler ve beynimin sürekli nasıl olur bu’yu tekrarlatan bir varoluş formu ile gezmiştim.
Rehber bize daha çok Nazilerin özellikle ve öncelikle Polonyalı askerlere işkence yaptığı, insan boyunun yarısının sığabileceği küçük inleri ve kampın hemen girişinde, öldürülen Polonyalı askerlerin fotoğraflarını gösterince, dayanamayıp, “Yahu burada çoluk, çocuk, bebek 1 milyondan fazla Yahudi salt Yahudi oldukları için öldürüldü, ben bunlarla daha fazla ilgilenmek istiyorum” deyivermiş “Ama onlar Almanya’yı çok sömürmüş deniyor, ondan öldürüldüler” cevabı almıştım. Tepem atmış, öfkeyle “Hadi arkadaşım yıkıl karşımdan” dediğimi hatırlıyorum.
Tarihin en büyük soykırımının hikayesini yerinde anlamaya çalışırken, mağdura fatura çıkaran ve bugün dahi var olan bu kötücül davranış biçimine maruz kalmanın şaşkınlığı içinde kampı diğer ziyaretçi gruplarla gezmeye karar vermiştim.
Kötülüğün boyutlarını yerinde izlemek tarihi doğru okumanın en temel ögesi olmalıydı. Krematoryum dedikleri, toprakta yer işgal etmesin diye cesetlerin yakıldığı fırınlardan sadece bir tanesini yok edememişlerdi caniler. Ruslar, öngördüklerinden daha çabuk ulaşmıştı kamp bölgesine zira.
Fırına kavuşan küçük raylara dokununca yıldırım çarpmışa döndüğümü hatırlıyorum. Yüz binlerce cesedin geçtiği raylar insanlık tarihinin en vahşi ölüm yolculuğunun taşıyıcılarıydılar zira.
Yahudilerin küllerini atmosfere yollayan devasa bacalar da yerli yerinde duruyordu. O günden sonra gördüğüm her yüksek bacayı Soykırım’ı hatırlatan ölümcül yolculuğun nihai istasyonu olarak nitelendirecektim.
Ve sonra, içeri girip girmemekte bir müddet kendimle mücadele ettikten sonra kolumdan tutup zorla sokmuşlardı o meşum, o uğursuz, o insanlığın kötülük tarihinin en gaddar kapalı mekanına. Sapasağlam bir bebeğin, zinde bir insanın sadece iki dakikada yok edildiği gaz odasına dalmış ve dakikalarca sabit durup olanları anlamaya çalışmıştım o iki dakika süresinde. Üç metre yüksekliğinde içinde en fazla 100 kişinin durabileceği yere 200 kişinin sokulduğu ve Zyklon B gazı verildikçe birbirlerini ezmeye çalışan, birbirlerinin üstüne çıkmaya çalışan insanları ve altta kalan çocukları, evet özellikle onları düşünmüştüm delice. ’Aklın almaması’ hissiyatının bile yetersiz kaldığı o yaşanmış sahneleri bizzat yaşanılan yerde düşünmek başımı döndürmüş ve kurtuluşu açık havaya çıkmakta bulmuştum.
Jean Paul Sartre’ın varoluşunun yarattığı bulantısından daha çok, yok oluşun mide bulantısına maruz kaldığımı hatırlıyorum. Zira varoluş tam iki dakikada yok oluyordu o gaz odalarında.
Başka bir rehber şöyle diyordu, heyecansız ve düz matematik hesabıyla: “Her gün 10 ‘seans’ yapılıp günde 2000 kişinin cesedi krematoryuma gönderiliyordu…”
“Artık yeter” diyerek, bir müddet açık alanda bağdaş kurup yerde oturduktan sonra, bencilce ama “Ben hayattayım” deyip hızla kamptan uzaklaşmıştım.
Zira bu kötülük açıklanabilecek bir insanlık durumu değildi. İnsanın insan kardeşine uygulayabildiği bu mezalim anlatılır gibi değildi. Kampın komutanının gaz odalarının birkaç yüz metre ilerisinde bahçeli evinde çocuklarıyla normal şekilde yaşarken bu ikili hayatını rahatlıkla sürdürmüş olması soykırımcının ruhsal konumunu ele veriyordu. Bir kasırganın gözü nerede ise, mezalimin kötücül merkezi de Nazi’nin kalbindeydi…
Leibniz kötülük problemine çözüm önerisini ‘Mümkün Dünyalar Teorisi’ adı verilen bir teoriyle açıklamıştı, 17. yüzyılda. Ona göre Tanrı mümkün dünyaların en iyisini yaratmıştır. Mümkün olanın en iyisini yaratabilmek için birtakım kötülüklere göz yummak zorundadır… Leibniz acaba Holokost mezalimini görse kötülüğü aynı şekilde formüle eder miydi, bilinmez.
***
Auschwitz ziyaretimi ve gördüklerimi bugün, 20 yıl sonra hatırlamama neden olan, Filistin Yönetimi’nin başında bulunan 87 yaşındaki lider Mahmud Abbas oldu.
Zira kendisinin geçenlerde, Holokost üzerine yaptığı ama tarihi gerçekleri iyice çarpıtan konuşması tam bir yalan tarih okumasıydı.
Milyonlarca nüfusu olan bir toplumun başındaki ve zamanında İsrail ile geçici bir barışa imza atan bir devlet adamı tarihi bu kadar çarpıtmamalıydı.
Şöyle buyurmuş geçen hafta Abbas: “Hitler'in Yahudileri Yahudi oldukları için öldürdüğünü, Avrupa'nın da Yahudi oldukları için Yahudilerden nefret ettiğini söylüyorlar. Doğru değil. Tarih boyunca Avrupalılar ve son olarak Hitler Yahudilerle dinleri için değil, toplumsal rolleri nedeniyle savaştılar. Bunun semitizm ve antisemitizm ile alakası yok. Düşmanlık din olarak Yahudiliğe değil, toplumsal rolü nedeniyle Yahudiliğe yönelik oldu.
Avrupalılar toplumdaki tefecilik, para ve benzeri rolleri nedeniyle bu insanlara karşı savaştı. Hem zaten Aşkenaz Yahudiler semitik değil; onlar, Hazar’da göçebe olarak yaşayan bir kısım Türklerin Yahudiliği kabul etmesiyle oluşan semitik olmayan bir toplumdur. Avrupa Yahudileri semitik değildir.”
Nereden baksanız deli saçması bu fikirleri elbette ciddiye alacak, kapı eşiğinde bekleyen milyonlarca antisemit var. Aşkenaz Yahudilerinin semitik olmadıkları iddiası hiçbir zaman doğrulanmayan bir teoriye dayanıyor ama Abbas bunu mutlak doğru olarak kabul ediyor.
Hitler’in Yahudilerle sosyal rolleri, para işleri ve tefecilikle uğraştığı için savaştığını söylüyor. Öldürdüğünü değil savaştığını söylüyor fütursuzca.
Hitler’in öldürdüğü, mesela, 1,5 milyon bebek ve çocuk nasıl tefecilik yapmış, anlaşılır gibi değil.
Holokost tarihini çarpıtmak bir insanlık suçu, 6 milyonun anısına karşı işlenmiş en alçak bir nefret suçu olsa gerek…
20 yıl önce, sokaktaki Polonyalı rehber Holokost’u nasıl önemsizleştirme ve çarpıtma çabasının içine girmişse Abbas’ın da bunu devlet düzeyinde uygulaması hazin bir insanlık durumu olsa gerek…
***
Kötülük insanlık tarihi kadar eski.
Ancak asıl düşündürücü olan kötülüğün kimin tarafından ve nasıl yapıldığının ötesinde, bu kötülüğe gerekçe bulma çabaları olsa gerek.
Bunu da kötülüğün bir alt formu olarak görmek gerek, Arendt’in ‘sıradan kötülük’ sınıflamasından farklı bir boyutta, kötülüğün bir başka alt türevi olarak okumak gerekiyor…
İnsanlık tarihi, her türlü kötülükle mücadele zamanlarının toplamı olsa gerek.
Sonunda iyilik belki üstün geliyor ama geriye, insanlık adına çok ağır bir bedel kalıyor.
Üstelik bu bedelin gerekçesini, hakikati yalanla çarpıtarak açıklamaya çalışıyorlar…
Kötülüğü içimize ne ve nasıl soktu?