Sevgili eşimle beş günlük küçük bir teneffüs için Yunan Adalarının az bilinenlerinden birine yeni adım atmış, henüz oteldeki odamıza yerleşmemiştik ki gelmemesini umduğumuz haber geldi. Annemin durumu ağırlaşmış, yoğun bakıma kaldırılması şart olmuştu! Oysa yola çıkmadan önce bizi rahatlatmış, “Gayet iyiyim, rutin rahatsızlıklarımın dışında bir şeyim yok, beni merak etmeyin, siz keyifle tatilinizi yapın” diyerek uğurlamıştı.
Aslında her şey pandemiyle başladı. 2020 yılının nisan ayında annemin 90. yaş gününü kutlayacaktık. Bunun için bir yıl öncesinden ailece programlar yapmış, kendisine doksanıncı yaş armağanı olarak da yıllardır kaleme aldığı çeşitli mektup ve şiirleri ile bazı fotoğrafları bir araya getirerek oluşturacağımız bir kitap armağan etmeyi tasarlamıştık. Hoşlanacağını umuyorduk. Ne var ki şubat ayında başlayan salgın ve ardından gelen zorunlu ev hapsi, planlarımızın aksamasına neden oldu. Kitap hariç. Profesyonel tasarımcı kızım Melis’le baş başa vererek ortaya hoş bir kitap çıkardık. Birkaç aylık gecikmeyle de olsa, aile içinde düzenlediğimiz küçük bir törenle bu anı kitabını kendisine sunduk. Normal bir insan böyle bir armağana sevinir değil mi? Ama ailemizde normal kavramının bambaşka parametreleri vardır!
Annem, ilerlemiş yaşına karşın bilgisayarı, tableti ve bilumum elektronik teçhizatı mükemmelen kullanır. Kronik kalp rahatsızlığı nedeniyle güçlükle hareket ettiğinden, bütün gününü oturarak geçirdiği koltuğunun önünde kendisine bir uçağın kumanda panelini andıran özel bir sistem kurmuştur. Buradan tüm dünyayla iletişim içinde olduğu gibi, çevrimiçi briç turnuvalarına katılır, kardeşimle benim etkinliklerimizi gözler, haberleri izler, sosyal medyada gezinir, kendi gündelik gereksinimlerini karşılar. Bütün bunlara ilaveten, kitabını armağan etmemizle birlikte bir meşgale daha edindi: Redaktörlük!
Okuyup inceledikten sonra kitabı beğenmedi, içindeki hataları bir bir işaretledi. Sonunda oturdu baştan yazdı. Adını da yine kendi koydu: ‘Nokta Yok Virgül Var.’ Ne yalan söyleyeyim, biraz kişisel bulmakla birlikte kitabı beğendik, bizimkinden iyi olmuştu.
Ne var ki annem orada durmadı. Heyecanla ve hararetle yazmayı sürdürdü. Artık sadece anı yazmıyor, hayallerini, düşlerini de kaleme alarak onları anılarıyla buluşturuyordu. Çok geçmeden ikinci kitap çıktı: ‘Üç nokta…’
Devamı da gelecekti ki aniden sağlığı bozuldu. Kardeşim Amerika’dan koştu geldi. Ailece elimizden geleni yapıyor, onu zinde tutmaya çalışıyorduk. Fakat ne yapılırsa yapılsın durumu giderek ağırlaşıyordu. Doktorlar bizi artık kaçınılmaz sona hazırlıyorlardı ki bir sabah telefonum çaldı. Arayan annemdi, “Gittim baktım sevmedim, geri döndüm” diyordu neşeli kahkahalar atarak. Gerçekten de aniden düzelmişti. Doktoru bile bu işe şaşmış, bu bir mucize demişti.
Aradan iki yıl geçti. Artık uzun yolculuklara çıkmıyor, mümkün olduğunca annemizden uzak kalmamaya özen gösteriyorduk. Eylül başındaki küçük kaçamağa da annemin verdiği güvenceyle kalkışmıştık. Gelin görün ki biz adaya adım atar atmaz valide hanımın hastaneye gidesi tutmuş, kendisini yoğun bakıma atmıştı!
Apar topar İstanbul’a döndük tabii. Hastanede beklerken Ömer Madra aradı. Annemin durumunu öğrenince üzüntüsünü belirtti ve yoğun bakımdan çıktığında radyoda annem için bir istek parçası çalmak istediğini söyledi. Madra’nın teklifini hemen o gece anneme ilettim. Tek gözünü açıp beni süzdü ve ‘İkinci Bahar’ diye fısıldadı…
Annem geçen hafta taburcu oldu. Ömer Madra sözünde durdu ve Sezen Aksu’nun anlamlı şarkısını radyoda anneme ithaf ederek çaldı. Annem de karşılığında Üç Nokta’yı imzalayıp gönderdi. Biz ise hâlâ diken üstündeyiz…
Aynı günlerde Schneidertempel Sanat Merkezinde Kırmızı Kedi Yayınevinin düzenlediği şiir günleri başladı. Etkinliğin ilk konuğu Şükrü Erbaş oldu. Salonu tıka basa dolduran hayranlarıyla birlikte yetmiş yaşındaki usta şairi dinlerken yaşlanma kavramının ne kadar göreceli olduğunu bir kez daha düşündüm. Bir zaman sonra kişi hissettiği yaşta oluyor. Kimisi olduğundan yaşlı, kimisi genç hissedebiliyor. Derken, Erbaş’ın aşağıdaki çarpıcı satırlarına sosyal medyada rastladım. Okur okumaz gözlerimin önüne annem geldi, içimden üstada şiddetle itiraz ettim! Haksız mıyım? Buyurun siz de okuyun:
“Sanırım doğanın bizi ölüme taşırken bulduğu en güzel yol yaşlılık. İlginç bir hazırlık süreci. Önce bedenimizde sonra kalbimizde usul bir yorgunluk olarak başlıyor. Dünyanın hiçbir heyecanın kalmadığını; hayata ilişkin her şeyi öğrendiğimizi; yaşamanın bundan sonra bir cezaya döneceğini; zamanın ancak yeni hayatlarda can bulacağını bir erdem, bir hazin dünya bilgisi olarak etimize ve ruhumuza sessizce işliyor. Deyim yerindeyse aldığınız her solukta iç çekmenin bilimini yapıyorsunuz. Tam bir ‘öğrenilmiş çaresizlik.’ Acı vermez olur mu… dönüp geçmişinize bakamıyorsunuz bile. Bu acıyla olsa gerek Dağlarca ‘Ben nasıl yok olurum anlamıyorum / dünya yok olabilir belki’ diye salmıştı çığlığını. Kuşkusuz Montaigne gibi bakmak da var: ‘Güç de akıl da onlardan yana, bırakalım meydanı gençlere, yarışamayız onlarla.’ Bütün ‘ihtiyarları’ Nâzım Hikmet’in şu büyülü dizeleriyle selamlayıp susayım: ‘Etin gevşemesine başka bir tabir gerek / Zira ki ihtiyarlamak kendinden başka kimseyi sevmemek demek.’ (#serbassukru)”