İtalya'nın Lampedusa Adasına bir ay önce yaklaşık 12 bin göçmen ve sığınmacının dramatik bir şekilde gelişi Avrupa’da göçmenlik tartışmasını tekrar alevlendirdi. Avrupa Birliği'ne yasa dışı yollarla gelen kaçak göçmenlerin sayısı artmaya devam ediyor. Bu göçmenlerin çoğu, Akdeniz üzerinden Avrupa'ya ulaşmaya çalışıyor. Varış noktalarının başında gelen ülkeler ise İspanya, İtalya ve Yunanistan.
Papa Francis geçenlerde Marsilya'yı ziyaret ettiğinde bu konuyu gündemine taşıdı. Konuşmasında “Akdeniz'i bir mezarlığa dönüştürmemeliyiz. İnsanların denizde ölmesine göz yumamayız, onlara kollarımızı açmalıyız” dedi. Bunun üzerine Fransa'daki aşırı sağ partinin eski lideri Marine LePen, sınırların korunması gerektiğine inanan önceki Papa Benedict’i öven bir açıklama yaptı ve İtalya’ya bir mesaj gönderdi: “Tam bir blokaj oluşturun ve tekneleri geldikleri yere geri gönderin.” Polonya'da, kritik seçime iki hafta kala, iktidardaki Hukuk ve Adalet Partisinin lideri Jarosław Kaczyński, mülteci tartışması fırsatını kullanarak, Avrupa yanlısı muhalefet partisini eleştirdi. Muhalefetin, ‘göçmen istilasını’ hiçbir zaman önleyemeyeceğini dile getirip halkın korkusunu artırdı.
Avrupa’daki bu kaygan zeminin farkında olan Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, İtalya Başbakanı Meloni'ye destek vermek için aceleyle Lampedusa'ya gitti. Bu iki liderle Hollanda Başbakanı Mark Rutte, temmuzda Tunus’a gitmiş ve Kuzey Afrika ülkelerinden yasadışı göçü engellemek amacıyla bir anlaşmaya imza atmışlardı. Buna göre Tunus, kendi topraklarından yasa dışı yollarla Avrupa’ya gitmeye çalışan mültecileri engelleyecekti. Bu, Alman eski Şansölye Angela Merkel'in 2016 mülteci krizi sırasında Türkiye ile kullandığı stratejiyi hatırlatıyor. Ancak bu sefer bu strateji işe yaramadı. Tunus kıyılarından yaklaşık 200 tekne, bir engelle karşılaşmadan ayrıldı ve Lampedusa’ya vardı. Bu da Tunus rejiminin iyi niyeti konusunda şüpheleri artırdı.
Göçü engellemek yerine onu düzenlemeyi tercih eden Almanya ise, işgücü yaratmak amacını güden bir göçmen programı açıkladı. Ancak bu program, Almanya’da yükselişte olan aşırı sağcı ‘Almanya için Alternatif’ adlı AfD Partisinin tepkisini çekti. AfD, son anketlerde yüzde 21,5 oy oranıyla ikinci parti konuma yükseldi. Avrupa’daki diğer ülkelere göre daha yüksek bir doğurganlık oranına sahip Fransa ise göçmenlerin ekonomik büyümeye olumlu katkısından dolayı, önlemler konusunda yavaş davranıyor. Bu nedenle Fransa’da yüzde 23 oy oranıyla ikinci parti konumunda olan aşırı sağcı parti yükselmeye devam edeceğe benziyor.
Aşırı sağda yer alan popülist ve milliyetçi partiler, Avrupa’da giderek güçleniyor. Birçoğu AB ve göçmen karşıtı olan bu partiler, bir sonraki seçimlerde, ülkelerindeki Avrupa Birliği yanlısı partilerle kıyasıya rekabet edecek. 2024 yılında 12 Avrupa ülkesinde genel seçimler yapılacak. Haziran 2024’te ise Avrupa Parlamentosu seçimleri var. Aşırı sağcı partilerin kendi ülkelerindeki yükselişleri, AB seçimlerinde parlamentonun siyasi dengesini bozabilir. Bu partiler parlamentoda önemli sayıda koltuk kazandıkları durumda, bölünmüş bir parlamentoda yasaları geçirmek ve önemli konularda harekete geçmek daha zor hale gelebilir.
Göç, AB için en zorlayıcı konuların başında geliyor. Bunun, birliğin çözülmesini tetikleyebilecek bir güç olabileceği düşünülüyor. Almanya, İspanya ve Fransa gibi ülkeler geçmişte de göçmen kabul ettikleri için daha ılımlı bir yaklaşım sergileseler de birlikte diğer etnik gruplarla karışmak istemeyen üye ülkeler de var. Siyasi ve kültürel farklılıklar, ortak bir göçmen politikası konusunda kapsamlı bir anlaşma yapılmasını engellese de geçtiğimiz hafta AB’de tarihi bir ön anlaşma imzalandı. Bu anlaşmada, Akdeniz’e kıyıları olan ülkelerin kaçak göçmenlerin yükünü tek başlarına üstlenmelerinin haksızlık olacağı, bu sorumluluğun paylaşılması gerektiği belirtildi. AB Parlamentosu tarafından oylanacak anlaşmaya Polonya ve Macaristan karşı çıktı; Avusturya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya ise çekimser kaldı.
2000 yılından bu yana sürekli artan göç, durdurulması zor gözüken küresel bir sorun olmaya devam edecek. Göç dalgaları Avrupa ile sınırlı değil. Ancak Avrupa’nın, diğer göç alan ülkelerle arasında önemli bir fark bulunmakta. Avrupa’da nüfus yaşlanıyor ve ekonomik büyüme, işgücü eksikliğinden dolayı olumsuz şekilde etkileniyor. Yani Avrupa'nın göçmenlere ihtiyacı var. Aksi takdirde nüfus azalacak ve büyüme duracak. Aşırı sağ partiler de bu gerçeği çok iyi biliyorlar aslında. Yine de göçmenlerin, yerleşik halkın işlerini ellerinden alacakları ve güvenlik sorunu yaratacakları korkusunu yayarak oylarını arttırmayı tercih ediyorlar. Bu strateji onları iktidara taşıyabilir. Ancak sonrasında ne olacağı sorusu önem kazanıyor. İktidara gelen bu partiler nüfus artışı ve ekonomik büyümeyi nasıl sağlayacak? Göçmenlere sınırları kapatır, tarih sayfalarında yer alan etnik temizliklerden ilham alır ve haliyle demokrasiden uzaklaşırlarsa, nüfus kaybına neden olacaklar. Bu da Avrupa’nın çok kutuplu küresel arenada güçlü bir oyuncu olarak devam etmesini zorlaştırabilir.