Yine yollardayım. Bu sefer son bir görev için. Sevdiğim bir insana son görevimi ifa etmek için. Sevdiklerimin acısında yanlarında olabilmek adına. Bir veda için. Sevdiğim bir büyüğüme bir veda için. Bir de sanki çok sevdiğim bu şehre, Paris’e bir veda.
Sonbahar. Paris. Serin ama yumuşacık bir hava. Turuncunun yüzlerce tonunun yeşillere karıştığı bir görsel güzellik. Sabah, yıllar sonra yeniden geldiğim bu yerde biraz yürüdüm. Sonbahar öyle güzel ki nehir kıyısında… Şehrin biraz dışındayım bu sefer. Marne Nehrinin kıyısında yürüyorum. Hava dingin ama içim karışık. Karmakarışık. Bir yanda kendi kişisel acımız, bir yanda İsrail’de yaşanmakta olan vahşet. Elim varmıyor paylaşmaya, konuşmaya, yazmaya. İçimiz kırık… Kendi kaybımıza dahi üzülürken şaşırıyorum kendime. Zamanı gelmiş diyoruz ya bazan kayıplarda, zamanı ne demekse... Beklenen bir kayıptı diyoruz ya, beklenen ne demekse… Ama öyle bir zamanda gerçekleşti ki! Neredeyse üzülemiyor insan. Neredeyse diyorum. Çünkü üzülüyor, tabi ki üzülüyor. Ama aynı zamanda utanıyor da. Kimselerden değil. Kimseyle de değil zaten meselesi. Kendiyle. Dolayısıyla kendinden utanıyor insan. “Ne haddime!” diyor… İsrail’de onca masum can, sevdiklerimiz, kardeşlerimiz, dostlarımız -tanıdıklarımız ya da tanımadıklarımız- büyük korku altında yaşarken bu günleri... Çocuklar, kadınlar, bebeler bile vahşice katledilmişken, devamında İsrail’de ve Gazze’de füzeler patlarken çocukların üzerinde kendine üzülemiyor neredeyse insan. İnanılır gibi değil ama bir günde çoluk çocuk, yerli yabancı demeden 1000 kişiyi katletti Hamas. Doğal bir afet nedeniyle değil. İnsan eliyle katledildiler onlar. Gözlerinin içine bakıla bakıla, göstere göstere katledildiler.
İsrail öyle bir ülke ki biz Yahudiler için. Holokost’tan beri nerede yaşarsak yaşayalım, nereli olursak olalım güvencemiz, sadece varlığı ile bile biz Yahudilerin kendini güvende hissetmemizi sağlayan ülke… Vatanım değil, çünkü vatanım Türkiye. Doğup büyüdüğüm, havasını soluduğum, toprağından beslendiğim vatanım Türkiye. Suyunu içtiğim, zamanında nişanlımın asker yolunu gözlediğim, babamın son yolculuğuna yürüdüğü, evladımı büyüttüğüm vatanım Türkiye. Ama bir şekilde İsrail de vatanım. İsrailli kimliğim, pasaportum yoksa da vatanım. Yine de vatanım. Her şeyiyle birlikte bir vatanım da orası. Politikalarını beğensem de beğenmesem de vatanım. Lisanını bilmesem de vatanım. Orada hiç yaşamamışsam bile. Kardeşlerimin, kuzenlerimin, kardeş kadar sevdiklerimin vatanı. Tarifi çok zor… Ama öyle. Orada olan bir vahşet. Amasız. Tartışmasız. Tarifsiz. Her birimizin kaybı. Her birimizin kaybı var var bu terör olaylarında, bu savaşta. İçimiz acıyor. En büyük acı ise insanın insana ettiğinde.
Acı yakınlaştırır da acı uzaklaştırır, ötekileştirir de insanları. Acıyı birlikte yaşayıp barışa ermek var. Ya da acıyı birbirine yükleyip düşman kılmak var. Kavganınsa, terörün ve savaşınsa yok asla bir kazananı. Oysa güvende yaşamak her insanın hakkı. Gazze’de ya da İsrail’de, her insanın hakkı.
Barış… Daha çok barış… Daha çok barışa, hep barışa ihtiyacı var insanlığın. İnsanın barışa ihtiyacı var. İnsan olarak yaşayabilmek için barışa ve huzura ihtiyacı var. Bir gece ansızın yatağından çekilip katledilmeye değil, evinde, yuvasında huzur içinde uyumaya ihtiyacı var. Gittiği festivalde keyifle eğlenmeye ihtiyacı var. Her nerede yaşıyorsa yaşasın. Her nereli olursa olsun. Her kim olursa olsun önce insan olduğunu hatırlamaya ve önce insan olduğunun hatırlanmasına ihtiyacı var.
Bir gün gelecek hatırlayacak insan tüm milliyetlerden, tüm dinlerden, tüm etiketlerden önce insan olduğunu. Umuyorum. Çünkü umut hep var… Yaşadığımız sürece umut var. Ve bizler inadına yaşayacağız. İnadına kutlayacak ve kutsayacağız yaşamı. Uzun da sürse, acılarla dolu da olsa yol, eninde sonunda bir titrek ışık çıkacak karanlıkların üstüne. Aydınlatacak yüreklerimizi. İnanıyorum. İnanmak istiyorum.