O karanlık cumartesine uyanmadan, bayram ve Şabat gününün insanlığımızdan utandığımız bir güne dönüşmesinden tam bir hafta evveldi.
Büyük bir istek ve keyifle değerli grubumla bu yılın ilk İsrail-Kudüs turunu gerçekleştirmek üzere Ben Gurion Havalimanında yerel rehberimle buluşmuştuk.
Bir süredir İsrail’i ve kutsal toprakları hem bir Türk Yahudisi hem de İsrailli Arap bir rehberin katkılarıyla dinlemek misafirlerimiz için keyifli bir deneyim oluyordu. Her konuda aynı fikirde olamasak da, birbirinin görüşlerini saygı içerisinde tolere eden, değerlendirmeyi misafirlere bırakan bir ahenk yakalamıştık. Misafirlerimiz için gerek Sukot Bayramı’nda İsrailli bir ailenin suka’sına katılıp şarkılara ortak olmak, gerekse de Harem-ül Şerif’i ziyaret edip, El Aksa Camii’nde dua etmek ardından da üç semavi dinin kutsal mekanlarını ziyaret etmek şüphesiz bu hayatta en az bir kez yaşanması gereken bir deneyimdi.
Rehberim ile ortak noktalarımızdan biri de Türkiye sevdamız. Boş vakitlerde bazen ben bazen de kendisi telefonundan kah bir Mardin türküsü kah Karadeniz ezgileri açmış, grubumuz da şarkılara eşlik etmişti. Nitekim Yunus Emre Enstitüsünde aldığı eğitimle mükemmele yakın bir Türkçe konuşmasıyla, son yıllarda farklı iş dallarında da kendini geliştirmiş ve yaşadığı topraklara değer katmıştı. Misafirlerimden birinin “Onun kırık Türkçesi sizin aristokrat İstanbul Türkçeniz yanında çok sempatik geliyor” demesine hem sevinmiş hem de doğru bir iş yaptığımızdan emin olmuştum.
Bizim geleceğimize…
Pazar akşamı uçağın İstanbul’daki hava şartları nedeniyle yaptığı saatlerce süren rötar dışında yine yepyeni soru ve cevaplarla bir daha buluşmaya dek vedalaşıyorduk kutsal topraklarla…
Hep bir umut vardı içimde… Bu sene daha en az iki kez İsrail turu yapacak,ön yargıları kırmada okyanusta bir damla misali de olsa mesafe alacaktık. Ta ki, tarihin geleceğe müdahale ettiği, insan eliyle yapılan vahşetin ortak geleceğimizi karartmasına dek…
Anlaşmazlıkla, belirsizlikle ve katliamlarla sarmalanmış bir coğrafyada insan ıstıraptan farklı birşeyle biraz fazla ilgilendiğinde duyarsızlık gibi görebilir, çekilen acılara bir hakaret gibi hissedebilirdi. Hayal ettiğimiz kardeşçe, yemyeşil, tüm renkleri barındıran bir dünyada yaşam umudunu konuşmanın ne yeri ne de zamanıydı. Çocukların öldüğü, kadınların tecavüz edilip, insanların yakılıp, canice kaçırılıp çıplak bedenlerin sokaklarda kutlamayla dolaştırıldığı bir vahşette, hayattan dayak yemiş bir çocuk misali sustum.
Savaşa dair gördüğüm her tabloda, terörle ilgisi olmayan masum insanların doğdukları, büyüdükleri yerleri saatler içinde terk etmeye çalışmalarında, ölen insanların, çocukların sayılarının sadece birer rakkam gibiymişçesine ekranda gözüktüğü saatlerde kendimi dışarıya kapattım ve sessizliğe gömüldüm.
Bu yüzyılda tüm dünyanın çözemediği çok az mesele olduğunu, yapay zekaları, hayatı daha da kolaylaştırmayı düşünürken halen savaşı çözüm düşünebilen insanoğlunun insan olabilmek için daha çok katetmesi gereken yol olduğunu hatırladım…
Ölümün ve yıkımın sözünün geçtiği yerde umudu kucaklayamaz insan. Etraf yıkıntılarla, ölümlerle çevriliyken nerede olursa olsun kendine manevi sığınaklar arar, hayata bir yerinden tutunmaya çalışır.
Savaşın son bulacağı, masum insanların ait oldukları yerlere bir an evvel döneceği ve travmalarımızı sarabileceğimiz günlere…
İnsanlık olarak düzelmemiz gerekli, hemen ve şimdi!