Bu söz öbeğini duymak bana ağır geldi biliyor musunuz? Çok da mükemmel olmayan bir hafta sonu geçirirken, sevgili amcam Mehmet Esen’in tavsiyesiyle kendimi uzun süredir ertelediğim ‘Kuru Otlar Üstüne’yi izlerken buldum.
Bazen çivi çiviyi söker mantığıyla, içindeki ağırlığı daha da büyük dertleri dinleyerek/izleyerek aşmaya kalkarsın ya, kendime o şekil bir formül uygulayayım istemiştim. Ama bu da bana yeni bir benlik sorgulaması olarak geri döndü.
Nuri Bilge Ceylan'ın "olgunluk dönemi eseri" olarak nitelendirilen ve 76. Cannes Film Festivali’nde Merve Dizdar’a En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü kazandıran film, doğunun uzak bir kasabasında mecburi hizmetini yapan; kendini bir köşede unutulmuş "kuru otlar" gibi hisseden resim öğretmeni Samet'in hikayesi üzerinden, genç ve yalnız insanların hüzünlü öyküsüne odaklanıyor. Tabii izlerken Samet’e acımak ya da ondan nefret etmek mümkün.
Başrollerinde Deniz Celiloğlu, Merve Dizdar ve Musab Ekici’nin yer aldığı yapım, Erzurum'un Karayazı ilçesinin İncesu köyünde çekildi.
Samet'in edebiyat öğretmeni arkadaşı Kenan ile arasında (Sevim ve Aylin adlı öğrencilere fazla yakın davrandıkları gerekçesiyle şikayet edilip Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından sözle uyarılmasıyla) tırmanan gerilim, Ankara Garı patlamasında tek bacağını kaybeden ve Samet’in ilk başta ilgilenmediği İngilizce öğretmeni, entelektüel ve muhalif Nuray’ın Kenan ile görüşmeye başlamasıyla doruğa çıkıyor.
Resim öğretmeni Samet birden “İkiniz de alevisiniz, aileler böyle şeylere çok önem veriyor” diyerek, birbirleriyle ilişki kurmaları için çöpçatanlık yapmaya gönüllü olduğu Nuray’ı baştan çıkarmaya çalışırken buluyor kendini.
Nuray’ın iki arkadaşı birden davet ettiği yemeğe tek başına giden Samet, genç kadının politik duruşu ve ‘Ne katkı sağlıyorsun dünyaya? Dayanışmaya inanmıyor musun? Bencilliğin ılımlaştırılmış halini yaşıyorsun’ gibi soru ve yorumlarıyla art arda tokat yemiş hissi yaşasa da, kendi liberal lügatında ‘Fedakarlığın bile kendine borçlu bırakmak olduğunu düşünüyorum’ gibi cümlelerle toplumsal örgütlenmeye inanmadığını söylüyor. Bu arada ‘Sürü içinde yer alırsan hayatın boyunca k.ç görürsün’ gibi atasözlerini de işin içine katarak tartışmanın galibi olmayı, en azından Nuray gibi donanımlı bir kadının karşısında ezilmemeyi deniyor.
İÇİMİZDEKİ SAMETLER’İ SAYMAKLA BİTMEZ
Bu arada ‘umut etmenin yorgunluğunu’ yaşadığını söylüyor ki, beni en çok çarpan bu oldu. Aslında çok uzun zamandır, genel anlamda politikanın düzeleceğine, iktidarın değişeceğine, ekonomik krizden kurtulacağımıza dair; özel hayatlarımızda ise dürüstlüğün kazanacağına, sevip sevileceğimize, insanların liyakatle işbaşına getirileceğine olan inancımızın sarsılması, birçoğumuzu umut etmeden hayatı gelişine yaşayan ve pesimist bir ruh haline sahip karanlık bireylere çevirmedi mi? İçimizdeki ya da aramızdaki Samet’leri saymakla bitmez.
Öte yandan Nuray’ın bir kadın olarak engelli haliyle kendini ilk kez Samet ile sınadığı sahneler sonrasında, onunla evliliği hayal eden Kenan öğretmenin olayı öğrendiğinde ona kurduğu ‘Bir kızda hayal ettiğin ahlak seviyesinin altında mı kaldım?’ cümlesi de bu noktada -Kenan’ın yakın arkadaşı tarafından aldatılmışlık duygusuna ne kadar hak versem de- ülkemizin kanayan yaraları arasında bulunuyor. Çünkü ataerkil toplum yapısında yetişerek, kendisini gelenekçilik zindanından kurtaramayan pek çok erkek, evlenmeden önce her türlü macerayı kendilerine hak olarak görmelerinden utanmadan, karşısında belki de onu en temiz duygularıyla seven kadınları ‘ahlak testi’ne tabi tutuyorlar.
Ve finalde Samet, adını sanını bilmediği kuru otları ayaklarının altında çiğneyerek tepeye doğru tırmanırken bu defa gözümde geçen hafta Kazdağları’nda ziyaret ettiğim Sarıkız Tepesi canlanıyor.
EFANEVİ SARIKIZ TEPESİ’NDE 13 KÖPEĞİN OTLATTIĞI ÇOBANSIZ SÜRÜ
Duymayanlar için bir özet geçelim: Efsaneye göre; Annesinin ölümü üzerine Kazdağları’nın eteklerindeki Güre Kavurmacılar Köyüne yerleşen Sarıkız ve babası geçimini çobanlık yaparak sağlıyor. Sarıkız’ın babası o dönem şartlarında bazen altı aydan fazla süren hacca gitmeye karar veriyor ve Sarıkız’ı komşusuna emanet ediyor. Büyüyüp serpilen Sarıkız köydeki gençlerin ona talip olmasına karşılık vermeyince kıza iftira atılıyor ve babası hacdan geldiğinde de köylü onunla konuşmuyor. Babasının geleneklere göre kızını öldürmesi gerekiyor fakat baba yüreği buna dayanamadığından Sarıkız’ı yanında kazlarla beraber dağın zirvesine bırakıyor. Bu saatten sonra dağda yolunu kaybedenler kendilerine dillere destan güzellikte sarı saçlı bir kızın yardım ettiğini, yanında da bir sürü kaz olduğunu anlatıyorlar. Hatta Sarıkız’ın kazların çiftliklere zarar vermemesi için oluşturduğu ‘kaz avlusu’ kalıntıları hala dağın zirvesinde duruyor.
Söylentilere dayanamayıp dağın tepesine giden baba, kızından abdest almak için su istiyor ama kızın verdiği suyun tuzlu olduğunu söylüyor. Sarıkız, aceleden denizden aldığını anlatarak vadilere doğru dönüp, oradan testisiyle suyu alınca babası kızın erdiğini anlıyor ve Sarıkız siyah bir bulutun altında kayboluyor. Kızına iftira edildiğini anlayan babanın bedduası üzerine de inanışa göre Kavurmacılar Köyü’nde yakın geçmişe dek çok uzun bir dönem kimse yaşamıyor.
1726 m yükseklikteki Sarıkız Tepesi’ne Kazdağı Milli Parkı Girişi’nden 25 km daha ilerleyerek ve aracınızı park ettikten sonra yaklaşık 1 km tırmanarak ulaşabiliyorsunuz.
Yolda internet çekmediğinden efsaneyi oraya varmadan okuyamadık, fakat sizinle yaşadığımız ilginç olayı paylaşmak istiyorum.
Sarıkız Tepesi’nde yürüme alanına varmadan bizi kimsesiz köpekler karşıladı, yol ilerledikçe çoğalan köpek sayısından araçtan inmeye korktuk fakat ayağımızı bastığımız gibi köpekler bize saldırmak veya havlamak yerine biraz uzaklaşarak yan yana dizilip sanki bir ‘hoş geldin protokolü’ yaparcasına öylece durdular. (Yaklaşık 13 tane saydım) Biz buna anlam veremezken tepenin yamacında bir koyun sürüsü gördük, sürünün ise çobanı yoktu. Dakikalarca tırmandık, geri döndük, sürüye yaklaştık yine de kimseyi göremedik. Hiç öyle hesap etmememize rağmen, şansımıza tam da gün batımında tepedeydik. Tüm bu ilginçlikler ve ruhani ortam, internete ulaşıp efsaneyi okuyunca anlam kazandı. Yahut belki de biz bir şeylere inanmak, tutunmak istiyoruzdur.
Umut etmenin yorgunluğu üstümüzde olsa da, insanı ayakta tutan inanç değil mi? Bu da hepimizin en büyük dilemması olsun.