Ben bir Cumhuriyet çocuğuyum. Cumhuriyet’in ilanından 28 yıl sonra dünyaya geldim. Onuncu Yıl kutlamalarını kaçırdım. Çok güzel, çok coşkuluymuş. O kadar ki Atatürk her on yılda bir kutlamaların benzer şekilde, aynı heyecan ve mutlulukla yaşanmasını vasiyet etmiş. Yirminci yıldönümü nasıldı bilmiyorum, henüz doğmamıştım. Otuzuncu yaş kutlamalarındaysa bebektim, hatırlamıyorum. Fakat kırkıncı yılı ıskalamadım. Çocuktum, Taksim Meydanında düzenlenen askeri geçit törenini izlemeye babamla gitmiştik. 60 ihtilali ertesiydi. İdamlar gerçekleşmiş, “ordu gençlik elele” günleri geride kalmak üzereydi… Havada bir ağırlık vardı. Çocuk aklımla bile bunu sezebiliyordum. Bandolarının eşliğinde karacılar, denizciler, havacılar, atlı süvariler, ardından cipler, top arabaları, tanklar önümüzden geçiyordu. Yanlış hatırlamıyorsam Gezi Parkının merdivenlerinin başında, önlerde bir yere konuşlanmıştık, her tarafı net görebiliyordum. Tam karşımızda üzeri tenteli bir tribün kuruluydu. Askeri ve mülki erkân burada oturuyordu. Askerler tribünün önünden uygun adımlarla geçerken başlarını protokole çevirip selam veriyordu. Bense en çok ellerindeki bastonu havalara fırlatarak yürüyen bando majörlerini beğeniyor, sopayı akrobatik hareketlerle çevirmelerini hayranlıkla izliyordum.
Derken gözüm meydanın ortasında dikili duran ucu sivri devasa bıçağa takıldı. Babama bu tuhaf bıçak heykelini sordum. Adamcağız şaşırır gibi oldu, “O bıçak değil, süngü anıtı” dedi. Süngünün ne olduğunu biliyordum, askerler göğüs göğüse çarpışırken, düşmanın barsaklarını tüfeklerinin ucundaki süngüyle deşerdi. Fakat Taksim Meydanının orta yerinde, göğe dikilmiş bekleyen kocaman süngüye bir türlü anlam vermemiştim. “Niçin orada?” diye üsteledim. Babam bu kez kulağıma doğru eğilerek ve çevremizdekilerin duyamayacakları bir sesle, “O demokrasiyi temsil ediyor ve Cumhuriyetimizi düşmanlardan koruyor” dedi. Cumhuriyet ve demokrasinin insanlık için iyi şeyler olduğunu da biliyordum. Kafamı göğe doğru kaldırıp baktım, “Demek ki Cumhuriyet’in düşmanları yukarıdan gelecek” diye mırıldandım sessizce...
Şaka bir yana, demokrasi ile cumhuriyet arasındaki sıcak ilişkiyi kafamda ilk o zaman kurdum sanırım. Gerçi demokrasinin süngüyle temsil edilmesinin nedenini büyüdükçe kavrayacaktım! Cumhuriyet’in kırkıncı yıl kutlamalarındaki burukluğun asıl nedenlerini de…
Fakat ellinci yıl öyle olmamalıydı. Bu önemli yıldönümü, Atatürk’ün arzusuna uygun çok daha coşkulu ve neşeli bir şekilde kutlanmalıydı. Ne yazık ki öyle olmadı! Oysa hazırlıklara çok önceden başlanılmış, yurt içinde ve dışında çeşitli etkinlikler düzenlenmişti. Üstelik 1973 yılındaki Cumhuriyet Bayramı kutlamaları tam beş gün beş gece boyunca sürmüştü! 26 Ekim öğle vakti başlayan bayram tatili, 30 Ekim geceyarısı sona ermişti. Bir kutlu tesadüf ise, Cumhuriyet Bayramının eskiden çoğunluk tarafından Şeker Bayramı diye anılan Ramazan Bayramıyla çakışmış olmasıydı. O günlerden aklımda yer eden iki etkinlik vardır. Her ikisini de o zaman bizim için yeni sayılan televizyon sayesinde izlemiştim. İlki, Ankara’da Fenerbahçe ile Galatasaray arasında oynanan 50. Yıl Cumhuriyet Kupası final maçıydı. Bir dostluk havasında geçen maçta kimse gol atmak istemeyince penaltı atışlarına geçilmiş, 4-3 kazanan Galatasaray kupayı kaparak müzesine götürmüştü. İkinci olay ise eski adıyla Boğaziçi Köprüsünün açılışıydı. Kurdelesi Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından kesilen (o zamanlar kurdeleyi sadece bir kişi keserdi!) köprünün üzerinde büyük bir kalabalık, Beylerbeyi’nden Ortaköy’e kadar yürümüş, açılış konuşmasını dönemin Başbakanı Naim Talu yapmıştı. Ancak 15 gün önceki genel seçimleri CHP kazandığından Naim Talu geçici ve bağımsız bir hükümetin başındaydı ve havada hâlâ 12 Mart’ın ağırlığı hüküm sürüyordu.
O tarihlerde Cumhuriyet okurdum. Gazetenin yazarları pek mutlu değillerdi. Başyazar Nadir Nadi’ye göre Cumhuriyeti ilk kuran genç kuşaktan kimileri yolunu şaşırmış, kimileri artık iyice yorulmuştu. Buna rağmen gelecekten umutluydu Nadi. Oktay Akbal ise ‘Onuncu Yıl’ coşkusunu özlemle anarak, ‘Cumhuriyet Çocuklarının’ Kemalizmi ne kadar benimsediklerini sorgulamıştı. Fakat bugünün penceresinden baktığımda, içlerinde en karamsarının İlhan Selçuk olduğunu görüyorum. Selçuk yazısında, “Cumhuriyet’in Ellinci Yılına Nasıl Giriyoruz?” sorusundan sonra düşünce suçuyla hapiste olanların adlarını sıralamış, hapishaneler düşünce suçlularıyla dolup taşarken, uygarlık yolunda bir arpa boyu yol alınmadığından dem vurarak Cumhuriyet’in onuncu yılını övmüştü. “Kırk yıl önce kendimize inancımız ve güvenimiz çoktu, hapishanelerdeyse tek bir fikir ve politika suçlusu yoktu. Askeri ve siyasi alandaki zafer onuncu yılda coşkulu bir şekilde kutlanmıştı. 50. yıla da iktisadi zafer kazanılarak girilmeliydi ama başarılamadı. Oysa iktisadi zafer kazanılsaydı, yoksulluk bitebilir, ekonomik bağımsızlık gerçekleşebilir, okuma yazma oranı yükselir, demokrasi kökleşir ve sınıf ayrımı sona ererdi” diye yazmıştı.(*)
Aradan elli yıl geçti, birkaç gün sonra Cumhuriyet’imizin yüzüncü yaşını kutlayacağız. Ne yalan söyleyeyim, bu defaki yıldönümün Atatürk’ün vasiyetine uygun olarak büyük bir coşku ve mutluluk içinde kutlanacağını ummuştum. Anlaşılan malum nedenlerden ötürü yine olamayacak! Kim bilir, belki de özlenen coşkuya ‘Onuncu Yıl’dan yüz yıl sonra, ömrüm vefa ederse, ‘Cumhuriyetin Yüz Onuncu Yılı’nda tanıklık ederim. Ne demişler, çıkmadık candan umut kesilmez!
(*) Cumhuriyet, 26.10.1973