Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’e karşı başlattığı saldırılardan sonra Türkiye, ilk haftalarda taraflara itidal çağrılarında bulunmuştu. Ülkemiz tıpkı, Ukrayna işgali başladığında Rusya’ya karşı yürüttüğü ‘bekle-gör politikası’na benzer bir süreç izlemişti; ancak özellikle 10 Ekim’den sonra Türkiye’nin İsrail’e karşı söylemleri sertleşmeye başladı.
Bu durum elbette, İsrail’in Gazze’ye yönelik hava harekâtlarının sayısı ve şiddetinin artmasıyla da ilgiliydi. 17 Ekim’de Gazze’de bir hastanede, aralarında çok sayıda masum çocuğun da yaşamını yitirdiği olay sonrasında Türkiye, İsrail’e karşı tutumunda tümüyle değişikliğe gidecek ve masum canların yitirilmesine ilişkin trajik görüntüler, Türk toplumunda infiale yol açacaktır.
Her ne kadar İsrail, bu eylemi kendisinin değil de Kassam Tugaylarının başarısız füze denemesiyle gerçekleştiğini söylese de bu konuda inandırıcı ve hızlı bir şekilde kanıt sunamadı. Öyle ki BBC ve CNN International gibi haber kanalları, hastane bombalamasında İsrail’in suçlu olmadığı yönünde özür dilese de diğer taraftan İsrail, konuya ilişkin uluslararası komisyon kurulmasını da yüksek sesle dillendirmedi.
Sn. Erdoğan’ın geride bıraktığımız haftadaki Filistin mitinginde Hamas’ı bir terör örgütü olarak görmediğini beyan edip İsrail’e karşı daha sert ve kararlı bir söylem gerçekleştirmesi, İsrail tarafından hızlıca cevap bularak diplomatik temsilcilerin geri çağırılmasına kadar ulaştı.
Aslında, bu yazıyı çok uzun tutmayacağım. Tüm samimiyetim ve 14 yıldır İsrail’i çalışan naçizane biri olarak söylüyorum ki gerçekten yorulduğumu hissediyorum. 7 Ekim’den bu yana yaşanan baş döndürücü gelişmeler ve Türkiye-İsrail dengesinin bu coğrafyada devamını savunmak, insanın üzerine ayrı bir sorumluluk ve yük getiriyor.
Ülkemizin ilk haftalarda İsrail’e karşı sergilediği temkinli tavrının hastane olayından sonra tümüyle tersine dönmesinin nedenini, İsrail’in öncelikle bizzat kendisinin beceriksiz kamu diplomasisinde (uluslararası halkla ilişkileri) araması gerekiyor. 2020 İbrahim Anlaşmaları sonrasında oluşan konjonktürün çökmemesi için çaba sarf edecek taraf, Türkiye’den çok, İsrail’di.
İsrail’in 7 Ekim sonrası gelişen süreci sağlıklı bir şekilde yürüttüğü elbette söylenemez; ancak biz artık, bu saatten sonra, bu yeni durumdaki Türkiye-İsrail ilişkilerini değerlendirmeliyiz ki ilişkilerde ‘sil baştan’ ya da ‘dön başa’ gibi bir söylemden ziyade, şunları belirmek istiyorum. 2010-2020 arası yaşadığımız süreçten daha zorlu bir sürece girdiğimiz kesindir.
Bu saatten sonra ilişkilerin sağlıklı yürümesinin imkânı yok zaten ve böyle, ‘bir ileri iki geri’ pamuk ipliğine dayanan ilişki biçimi de ol(a)maz. Yine, yarın bir gün İsrail Hamas’a karşı kara harekâtı başlatınca zaten tüm köprüler atılacak.
Uzun sözün kısası, Türkiye-İsrail stratejik ilişkilerinin 2010’da aniden çökmesi; bölgede hangi ülke ya da ülkelerin, hangi örgüt ya da örgütlerin işine geldiyse yine aynısı yaşanıyor. Ortadoğu’nun iki büyük siyasi-askeri-toplumsal gücü için alternatif bir yol olmalı; ancak bu, kısa vadede pek mümkün görünmüyor. Mümkün görünmesi için, İsraillilerin Netanyahu’dan; Gazzelilerin de Hamas’tan kurtulmaları gerekiyor.