Bu hafta rast geldiğim pek çok sanat formu bana sanatta artık tamamen orijinal bir şey üretmenin hem imkansız hem de gereksiz olduğuna dair bir duygu uyandırdı. Başarılı bulduğumuz pek çok yapım aslında geçmişten esin alıyor. Örneğin AKM’de Cem Mansur yönetiminde izlediğim senfoni orkestrası Smetana’nın Die Moldau’sunu yorumladı. Tüyler ürperten bu senfonik şiir bile aslında geçmişten ve başka yapımlardan esinleniyor. Öncelikle bir Sefarad dua ezgisinde (Birkat Ha’tal) kullanılan bu melodi, sonra İtalyan bir aşk şarkısı olan Fugi Fugi Amore Mio’da vücut buluyor. Bu süre içinde İtalya’da bulunan çocuk Mozart ezgiyi alıp Viyana’da ve Prag’da bazı kompozisyonlarında kullanıyor. Bu kompozisyonları dinleyen Smetana ezgiyi kendi eserine katıyor. Eş zamanlı olarak aynı ezgi Romen çingenelerin folk şarkısına dönüşüyor. En son olarak da bir Romanya göçmeni olan Shmuel Cohen sayesinde İsrail milli marşının bestesi haline getiriliyor. Bu ezgilerin herhangi birini duyan kişi, diğerine rastlayınca hafif bir şaşkınlık hisseder, o kadar değişik şekillerde yorumlanmış bir ezginin vücut bulma şekilleri kişiyi mutlu eder… Neden taklit etmişler demez.
Gelelim ikinci aklımı kurcalayan esere. Parla adı verilen bir 100. Yıl marşı üretildi. Rapapapam (!) diye başlayan, biz bu yurda aşığız diye devam eden bir çalışma. Güfte ilkokul seviyesi, müzik ise marş olsun diye hecelere bölünmüş kesik müzikal yamalardan oluşuyor. Sevilmesinin nedeni ise bana göre eski dönemlerde yazılmış marşları ‘andırması’. Nakarat kısmının akılda kalıcı olması belki de vasat bir yapım olan Parla’yı diğerlerinin önüne geçirir. Bu konuda da demin savunduğum fikri devam ettirmek istiyorum. Ezgiler çağdan çağa aktarılabilir, formu yenilenerek ve yöresel enstrümanlarla kişisel ve özgün hale getirilebilir. Hatta bu yeni hali eskisinin bile önüne geçebilir ve müzikal tarihte kendine daha köklü bir yer edinir. Bunu kimse yadırgamaz ve hatta içindeki aşina tınılar insanı heyecanlandırır. Ezgi tek başına zaten bir sanat eseridir. Bu yüzden artık modası geçmiş bir kavram olan marş yaparken aslında yeniden beste yapmak yerine dönemi yansıtan elle tutulur bir güfte yazabilmek gerek… Bana göre bir dönemi kalıcı hale getiren eserin yansıtmaya çalıştığı fikir, yani sözleridir.
Bu söylediklerimi destekleyecek bir argümanı da bu hafta Oksijen’e göz gezdirirken Levent Erden’in yazısında yakaladım. Spotify’ın Barcelona/ Real Madrid maçı için özel hazırlattığı Rolling Stones dudak logolu formasının ticari başarısını anlatıyor. 1974 sonrası aynı ritme sahip disko müzik dünyayı ele geçirse de Rolling Stones gibi kriz öncesi müziğe başlayan söyleyecek sözü olan gruplar bugün bile yeni albüm çıkarabiliyor. Keza Beatles bile yarım kalmış şarkılarını yapay zeka ile tamamlıyor, Pink Floyd da hala ikame edilemedi. O dönemin eserleri ahlak bekçilerine ve dayatıcılara karşı durabiliyordu.
Kısaca demek istediğim şu: Gerek klasik müzik eseri olsun, gerek milli marş, gerek rock şarkısı. Ezgilerin form değiştirip, senfonik veya folklorik olarak tekrar kullanılmasında bir sakınca olmamalı. Önemli olan fikirsel cesareti yakalayabilmek… Sanatın her dalında söyleyecek elle tutulur bir sözü olan eser bütüncül duruşla kalıcı olabilir… Parla demekle parlanmıyor…