İsrail kurulduğu 1948’den özellikle, 1978-79 Camp David Anlaşmalarına dek temelde hangi iki hedefi kendisi için belirlemişti?
“Var olma hakkının devamlılığı” ve “Araplarla çevrili coğrafyada tanınma (kabul görme)”. Bunlardan ilki için ilk sınavı, 1948-49 Savaşı’nda verdi. 1948-78 arasındaki dönemde gerçekleşen çoğu çatışma ve savaşın, İsrail’in bu hakkını koruma adına yapıldığı belirtildi.
Bu mücadele, sadece İsrail Devleti’nin var olma hakkının devamlılığı değil; aynı zamanda bölgedeki Yahudi varlığı içindi. Peki, Hamas’ın 7 Ekim saldırılarından sonra ne oldu?
İsrail’de Netanyahu hükümeti, Hamas’ın eylemlerine karşılık Gazze’ye yönelik gerçekleştirdiği cevabın sonucu olarak, 10 binin üzerinde -aralarında bebek ve çocukların olması, son derece trajik- Gazzelinin yaşamını yitirmesi, başta BM olmak üzere uluslararası toplumun tepkisini çekip Müslüman toplumlarda infiale yol açacak girişimlerin önünü açmıştır.
Geçen yıl, İsrail siyasi tarihinin en sağcı iktidarını kuran Binyamin Netanyahu, ülke içinde tartışma yaratan yargı reformu ve aşırı sağcı koalisyon ortaklarının İsrail toplumunun dini ve gelenekselci niteliğini öne çıkaran söylemleri, toplumda tepki yaratmış ve İsrail, tarihinde hiç olmadığı şekilde kutuplaşmıştı.
Hamas’ın 7 Ekim saldırıları, kutuplaşmış İsrail toplumunu ilk günlerde bir araya getirse de saldırıların siyasi ve istihbari açıdan öngörülememesi, Netanyahu hükümetine karşı tepkileri de çoğalttı. Bu tepki sadece içeride değil, dışarıda da her geçen gün yükseldi. Gazze’ye yönelik olası harekâtın belirsizliği sürer ve özellikle hava harekâtı şiddetlenip de sivil kayıplar arttıkça İslâm coğrafyasında daha önce temkinli yükselen sesler da yüksek tonda ifade edilmeye başlandı.
İsrail, İbrahim Anlaşmalarından sonra sadece Arap Ortadoğu’su değil; Müslüman dünyaya da ılımlı mesajlar göndermekteydi ve barışın öncelikle Arap periferisinde sağlanması gerektiğini kabul ettirme gayretindeydi; ancak 7 Ekim’den sonra gelişen olaylar zincirinin de etkisiyle özellikle, aşırıcılık yanlısı kesimlerce, İsrail’in ‘varlık nedeni’ de öncekilerden daha sık tartışılır hâle geldi.
İsrail, 1973 Yom Kipur Savaşı’ndan bu yana ilk kez aynı anda birden çok tehditle baş etmek zorunda kaldı. İstihbaratının öngöremediği bu baskın saldırıyla İsrail’in baş edip etmeme becerisinden çok, onun bölgede ‘neden hâlâ var olduğuna’ ilişkin agresif tartışmalar öne çıktı. İsrail var olmasıydı tüm bunlar yaşanır mıydı?
İsrail’in varlık nedeninin, İsrail karşıtı çevrelerce Soğuk Savaş’tan daha hararetli olarak sorgulandığı bu günlerde; bundan 18 yıl önce Foreign Policy dergisinde, Josef Joffe’nin kaleme aldığı ‘İsrail’siz Bir Dünya’ başlığındaki makale aklıma geldi. Joffe, söz konusu makalesinde İsrail’in bulunduğu coğrafyada hiç var olmasaydı varsayımından yola çıkarak; Arapların kabul edeceği bir Filistin Devletinin gerçekten var olabilme imkânı ile Araplararası sorunların tümüyle ortadan kalktığı bir Ortadoğu’nun mümkün olup olmayacağını analiz etmekteydi. Esasında, sorunların tek kaynağının İsrail mi olduğunu tartışmaktaydı:
“Ortadoğu’daki çatışmanın merkezinde Filistin sorununun yattığını düşünenler, bu en işlevsiz bölgenin İsrail ortadan kalktığında mutlu bir geleceğe yelken açacağına inanabilir. Filistinlilerin devletsizliğinin ‘kök nedeni’ İsrail’in yokluğunda dahi varlığını sürdürebilir.”
İbrahim Anlaşmaları sonrası, manevra kabiliyeti kazanan İsrail dış politikasından, İsrail’in varlığının sorgulandığı günlere ulaşıldıysa İsrail öncelikle bunu, kendi iç dinamikleri yani, kendi siyasetinde aramalı. Netanyahu’nun İsrail’e ve devletin kurumlarına ne yönde zarar verdiğini uzunca anlatmamıza gerek yok sanırım.
Bu durumda dahi Arap ülkeleri, İsrail’e karşı temkinli yaklaşıp kademeli refleks gösteriyorlarsa -ki İslâm İşbirliği Örgütü, İsrail’le tüm ilişkilerin kesilmesi teklifini daha üç gün önce reddeddi- İsrail’i yönetenlerin, İsrail’in bölgede varlık nedeni ile var olma hakkının tartışılmaya açıldığı sorunsalını bir kez daha düşünmeleri gerekiyor; ancak Netanyahu’nun ‘çılgın kabinesi’nin bu tehlikeyi fark edecek olgunluğa sahip olduğunu ifade edemeyiz öyle değil mi?..
Peki, bu hengame içinde İran ne mi yapıyor? O, bu aralar çok rahat. Son üç yıldır üzerinde biriken baskıyı ve dikkati, İsrail-Hamas hattına kaydırdığı için bölgenin kafası en rahat ülkesi olarak takılıyor… Ve İran’ın en çok istediği o tartışma alevleniyor…
İsrail’in bırakın var olma hakkını; varlık nedeni sorgulanıyor. Bu durumda, Josef Joffe’nin 18 yıl önce makalesine attığı başlığı ile ‘İsrail’siz Bir Dünya’yı yeniden okumak gerekiyor. Bu konjonktürde İsrail’siz bir dünyanın da Arap ülkeleri ya da Filistinliler değil de İran’ın işine gele(bile)ceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.
Son söz olarak; binlerce yıl diasporada yaşamış bir ulusun, BM kararı ile devletlerini kurması doğal; ancak aşırılarca varlık nedenine dair tartışmanın kökeninde, başka motivasyonların olduğu da bir gerçektir.