İnsan ada değildir. Bütün de değildir tek başına, Kıtanın bir parçası, Okyanusun bir damlasıdır; Bir kum tanesini bile alıp götürse deniz, Avrupa küçülür. Sanki kaybolan bir burunmuş, dostlarının ya da senin bir yurdunmuş gibi; Bir insanın ölümüyle eksilirim ben, çünkü… bir parçasıyım insanlığın; İşte bu yüzden hiç sorma “çanların kimin için çalıyor?” diye, senin için çalıyor. John Donne
İspanyol İç Savaşı'na gönüllü olarak katılan Robert Jordan adında genç bir Amerikalı Sierralar'ın çam ormanlarıyla kaplı yüksek tepelerinde Franco ordu hatlarının gerisinde barınan bir gerilla çetesinin yardımıyla faşistlere yapılacak bir saldırı öncesinde çok önemli bir köprüyü kundaklayacaktır.
Robert çeteyle geçirdiği üç gün içinde gerilların dostluklarıyla düşmanlıklarıyla Cumhuriyet'e bağlılıklarıyla tanışır. Faşistlerin türlü işkencelerine uğramış olan Maria'ya rastlar. Üç günde bu insanlar arasında ve Maria'yla "bir insanın yetmiş yılda yaşayabileceklerinin belki daha çoğunu" yaşar. İdeallerine bağlılığın, inancın romanıdır ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’. Bu savaşı kazanmak zorundalar çünkü özgürlük bir kez bir yerde kazanırsa dünyanın her yerinde kazanmış olacaktır. Burada yenik düşerse dünyanın her yerinde yenik düşecektir.
Geçtiğimiz perşembe, şairlerin ve yazarların kartal yuvası, Endülüs’ün az bilinen beldelerinden Ronda’daydım. Ronda özellikle Hemingway, Orson Welles, Rilke, Lorca, James Joyce ve daha birçok yazara ilham vermiş. Cumhuriyetçiler ve General Franco arasındaki iç savaş döneminde Ünlü Amerikalı yazar Hemingway buradaymış, İspanya iç savaşını bir gazeteci olarak izlemiş. 1938’de arkadaşlarımın hapiste olduğu bir ülkede kalamam diyerek Küba’ya taşınmış.
Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanında Hemingway Cumhuriyetçi bir gerilla ekibinin bir köprüyü havaya uçurmak için biraraya gelişini anlatır; köprüden birer birer bir kurşun bile gitmesin diye atılan faşistleri görmüştür. Bu roman şimdi önünde turistlerin fotoğraf çektiği Parador veya Reine Viktorya oteli önünden yazılmıştır.
Romanın bir diğer önemli göz önüne serdiği husus ise savaşta tarafların birbirine nasıl benzediği, insan öldürme eyleminin nasıl sıradanlaştığını, asıl mağdurun kadın ve çocuklar olduğunu anlatmasıdır. Savaşla, ölümle mücadelenin ancak aşkla mümkün olduğunu söyleyen Ingrid Bergman’ın yüzünde romanın sinemaya yansımasını görürüz. İçimizde savaşın acı duyguları, huzur ve barışın bir an evvel tecelli etmesi, ailelerin evlerine,herkesin ait olduğu yere dönmesi dileğiyle Ronda’nın iki katlı evlerinin süslediği dar sokaklarda geziyoruz.
Orson Welles hayran kaldığı Ronda’ya o kadar gönül vermiştir ki öldükten sonra küllerini matador dostu Antonio Ordonnez’in evinin bahçesindeki kuyuya atılmasını vasiyet etmiştir.
Orson Welles ve Hemingway ortak dostları Ordonnez’in evinde akşamları buluşup, içip içip kavga ederlermiş.
Rivayete göre, Hemingway’in evine Frank Sinatra ile birlikte gelen Ava Gardner’ın çırılçıplak girdiği havuzun ardından suyunu boşaltmayıp bir daha o havuza kimsenin girmesini istememesi Gardner’a duyduğu aşkın bir göstergesiymiş. Gardner sonrasında Ordonnez’in babasının hayatını anlatan ‘Güneş de Doğar’ filminin çekimleri için İspanya’ya tekrar gelecek ve Hemingway ile burada gizli gizli buluşacaklardır. Rita Hayword ile Orson Welles, Ava Gardner ile Frank Sinatra’nın aşkının filizlendiği topraklarda içimde belki de 1950’li yıllarda yaşasaydım daha mı huzurlu bir dünyada olurdum düşünceleriyle gezindim…
Dilerim savaşı değil aşkı konuşabildiğimiz günleri yakında görebiliriz…
***
Prestij Meselesi
6 Şubat depremi nedeniyle ertelenen, yönetmenliği ve senaristliğini Mahsun Kırmızıgül’ün üstlendiği, ‘Prestij Meselesi’ filmini izlemenizi öneririm.
Filmde azmin hikayesi anlatılmakta. Hayatınızda yapmaya çalıştığınız işi deneyip başaramadım diyerek tam bitti derken size bir el tekrar hayat verir.
Dramatik öyküsü ile sizleri 90’lı yılların Türkiye’sinde yolculuğa çıkaracak olan Prestij Meselesi filmi zorluklarla göğüs gererek başarıya ulaşan sanatçıların yaşam öyküsünü ele alıyor. Hilmi Topaloğlu'nun 90’lı yılların başında kurduğu 'Prestij Müzik' dönemini anlattığı filmde, Hilmi Topaloğlu tarafından keşfedilen Özcan Deniz, Haluk Levent ve Mahsun Kırmızıgül'ün hüzünlü hikayesi anlatılıyor.
Mahsun Kırmızıgül, Hilmi Topaloğlu ile ilk tanışmasını şöyle açıklar: “Topaloğlu'yla Unkapanı'ndaki basamaklarda tanıştım. O günü hayatımın sonuna kadar hiç unutmayacağım. Geçmişte yaptığım kasetler kötüydü, satılmamıştı. Tüm umudu kaybetmiştim. Tam o esnada Hilmi Topaloğlu beni o basamaklarda durdurup, 'Sen Mahsun Kırmızıgül müsün?' diye sordu. Ben de 'Evet' deyince, 'Sen bir starsın' demişti bana. Bugün bu filmi o iki kelime için yaptım.”
“Alem Buysa Kral Sensin!” sözleriyle ekrana ilk çıkışını hatırlayanlar, 90’lı yılların nostaljisinde keyifli zaman geçirmek isteyenlerin kaçırmamasını öneririm.
Fimden aklıma kalan birkaç repliği de burada bırakayım.
- Akan selin önünde hiç kimse birşey yapamaz. Su akar yolunu bulur.
- Kendini tut, çok bilmiş olma. Bu halk çok bilmişleri sevmez.
- Başka bir ülkede doğsan Pavarotti olurdun.