Ortadoğu iki aydır yangın yeri. Savaş yalnız bu coğrafyanın değil tüm dünyanın ezberini bozmuş durumda. Neyin doğru neyin eğri olduğu yoğun bir propaganda bulutu ardında karışıyor. Yaşanan dehşetin yamacında dengenin nasıl toparlanacağını kestirmek zor. Ancak burada amaç olup bitenin analizini yapmak değil. Her şey o kadar taze ki… Ve bir o kadar içinden çıkılması olanaksız görünen bir tablo ile karşı karşıyayız ki…
Ortadoğu’nun bugünkü halini yüzeysel okumalarla anlamaya çalışmak, gelişen olaylara tarihsel gelişmelere bakmadan hükmetmek, bizi sağlıksız çıkarımlara götürür. Şu anda bölgemizde ne yaşanıyorsa, 100 yıldan fazla geçmişi olan girift bir sorun yumağının, güç ve nüfuz oyunu dolayısı ile çözümsüzlüğe mahkum edilmesinden kaynaklanıyor. Elbette karar alma noktasındaki siyasilerin veya toplumları peşinden sürükleyen liderlerin tasarrufları olayların akışına damga vurmuştur. Çakışan ve çelişen çıkarların ani kararlarla değişmesi, bu kararların geniş halk kitleleri tarafından sorgulanamaması, tutarlı politikaların oluşamamasına yol açmıştır. Akil adamlardan yoksun bölge insanının geleceğine yönelik hiçbir kararda görüş belirtememiş olması, belki de o günlerden bugüne değişmeden akseden önemli bir unsur.
I. Dünya Savaşı ve sonrasında Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu’daki tasfiyesi derinlemesine incelenmesi gereken konu başlığıdır. Kırılma noktası Britanya ile Fransa arasında yapılan Sykes-Picot Anlaşması mıdır? Yoksa 1915’te, bölgenin en yüksek Britanya temsilcisi Sir Henry McMahon’un, Hicaz Emirine gönderdiği ve Arapların, Padişah Halife’ye karşı ayaklanmalarını tetikleyen mektupları mıdır? Çok fazla sözü edilmeyen bu mektuplar, Arap nüfusa, Londra Hükümetinin bazı sınırlar dahilinde kalmak şartı ile, özgür bir yapı kurmaları hakkını vereceğini dile getirmektedir.
2 Kasım 1917 tarihli Balfur Deklarasyonu, Araplara tanınan hakkın bir benzerinin Yahudilere tanınmasıdır esas itibarı ile. Britanya açısından bu zaruri bir ayarlamadır ve Ortadoğu’daki varlığını pekiştirmesi açısından vazgeçilmezdir. Gelin görün ki, bunların Londra tarafından hak olarak tanınması sırasında, Kudüs Sancağı halen Osmanlı’nın elindedir. Padişah bu topraklardaki kontrolünü çoktan yitirmiş olsa bile, asker bir yandan Britanya ordusuna bir yandan da silahlandırılmış Arap gruplara karşı savaşmaktadır.
9 Aralık 1917’de İngiliz General Allenby’nin ordusunun Kudüs’e girmesi ile, Yavuz Sultan Selim zamanından beri padişaha ait bu topraklar, Britanya İmparatorluğunun kontrolüne geçer. Savaş sonrası toplanan bir dizi konferans ve barış görüşmeleri sonucu, Filistin coğrafyası Britanya mandasına girer. Şeria’nın doğu yakasında Emir Hüseyin’in küçük oğlu Abdullah için bir krallık oluşturulur: Ürdün Haşimi Krallığı.
Arap gençlerinin idolü, Emir’in büyük oğlu Faysal ise Irak Krallığı ile yetinir. Oysa o ve halkı Büyük Suriye’nin kendisine bağlanmasını beklemektedir. 1919’daki Paris Barış Görüşmelerinde kendisine kapalı kapılar ardında bunun sözünün verildiğini ve aldatıldığını söylese de, petrol zengini toprakları içeren Irak’a kral olma fikri cazip gelir.
Britanya, kendine göre, McMahon mektuplarında verdiği sözü tutmuştur. Araplara kocaman bir coğrafyada bir değil, iki krallık vererek onları memnun etmiştir. Hem de Fransa ile mutabık kaldığı şekilde, Adana-Antep’ten başlayarak İskenderun Körfezini de içine alan, bugünkü Suriye ve Lübnan topraklarını kapsayan bölgeyi Paris’in kontrolüne verilmesini de sağlayarak.
Oysa, Mezopotamya, Suriye ve Anadolu’nun doğu Akdeniz bölgesini kapsayan coğrafya, verimli topraklara sahip, büyük denize çıkışından dolayı Emir için çok önemliydi. Hatta Kudüs’ten bile önemliydi ki, hiçbir yazışmada, hiçbir konuşmada kentten söz edilmez.
Ortada bir hayal kırıklığı vardır. Durum, Arap toplumunu, özellikle de gençleri kavurmaya başlar. Kendilerini hem Britanya ile Fransa tarafından, hem de idolleri Faysal tarafından aldatılmış hissederler. İhanete uğramış olma durumu bu tarihlerden itibaren Arap halkının belleğine yerleşmeye başlayacaktır.
Oysa McMahon mektuplarında durum açık seçik ifade edilmiştir. Oysa Balfur ile Yahudilere de benzer bir hak tanınacağı dile getirilmiştir. Her şey taahhüt edildiği gibidir. Ancak, burada yakılan fitil o kadar bereketlidir ki, yangın artarak ve dayanılmaz boyutlara ulaşarak devam etmektedir.
Elbette ki kısa bir köşe yazısında olup bitenin derinliklerine inmek, yaşananların tarihi sorumluluklarını ayıklayabilmek olası değil. Ancak bu anlamda yeterli olmasa da, bir başlangıç oluşturması açısından önemlidir.