Hepimiz bu aralar aynı konuya dokunacağız. Bize, biriktirdiğimiz zamanları bir kenara bıraktıracak; yeni bir sayfayı bizim için, bizim yerimize açacak bir konunun ana kahramanına dokunacağız. Üç yüz altmış beş gün altı saati, yalnız bizim için değil; bütün insanlık için bize getirmek üzere kapıda bekleyen birine, hoş geldin, diyeceğiz.
Özledik geride bıraktıklarımızın yerine gelecek olanı… Ama o, geride bıraktığımızın kardeşi olsun istemiyoruz. Uzaktan bile akraba olmasın yakın zamanda kapımızı çalanlara… Biz böyle; ellilere, altmışlara, yetmişlere benzesin istiyoruz yeni gelen… Onların da kendi içinde çok büyük yanlışları vardı belki ama; hiç olmazsa daha yumuşak, daha sahici, daha ümitliydiler içlerinden yarınlara bakılınca… Birçok hayali içinde saklayan, mucizevi birikimlerdi hepsi… İyilikler getireceğinden şüphesi yoktu o zaman onların içinde yaşayıp ömür biriktirenlerin... Aşklar, hayatlar, gençlik, düşünceler; aklınıza bize, insana ait ne geliyorsa hepsi, bugünden kat kat daha güzeldi.
Yarınlar, yarın gibi; gelecek, bütün bilinmezliğiyle sahiden gelecek gibiydi…
Yaşadığımız özellikle son beş yılı, güzelliklerini bir kenara ayırarak tarihten silsek, bu işe kimse itiraz etmez diye düşünüyorum. Hastalıklar geldi, adını bile bilmediğimiz hatta üşenmeyip mecburen onlara isimler bulduğumuz, aşılarının peşine düştüğümüz… İnsanlarımızı zamansız kaybettik, kaybedişimize tıp bile cevaplar bulamazken… Ne dinlediğimiz şarkılar şarkı oldu, ne çıktığımız tatiller eskisi gibi tat verdi bize, ne okuduğumuz kitaplardan bildiğimiz zevki aldık, ne de yarınlardan bir şeyler umar olduk eskisi gibi… Bütün dileklerimiz, doğum günü pastalarımızın üflediğimiz mumlarında sıkışıp kaldı. Onlardan medet umduk sadece… Halbuki biz, bir güne sığdırmaya alışık değiliz dileklerimizi… Bütün bir seneden, belli günlerden, önemli aylardan, farklı farklı zaman dilimlerinden, kendimize bir şeyler biriktirmeye alışığız.
Dünya; bavulunu toplayıp, bizi geride bırakarak adını bile bilmediğimiz bir yere seyahate çıkacakmış gibi… Onu bu yolculuktan döndürmemiz, bavulunun içinde bize ait ne varsa çıkarıp yerli yerine koyarak yeni geleni karşılamamız lazım…
Çünkü insanız…
Başımıza ne gelirse gelsin, işimize kim karışırsa karışsın, yaptığımız planlar nasıl sonuçlara bağlanırsa bağlansın; biz tuhaf bir biçimde olup bitene dayanırız, zorluklarla uğraşırız, yanlışları düzeltiriz… Biz; bize ait olana hamur dersek eğer, Tanrı’nın yoğurup şekillendirdiği değerleriz. Alışarak, unutarak, yalvararak, ümit ederek, bekleyerek, vazgeçemeyerek ama en çok, en çok inanarak yaşarız. Kapıyı çalana da kapı açıp, onu bütün bu sahip olduklarımızla içeri buyur ederiz. Eskisi kadar rengârenk, aydınlık, heyecanlı, ışıltılı, sevinçli ve ümitli değiliz gibi görünsek de, insanız. Kapıyı açıp yeni gelene, ona olanca samimiyetimiz, iyi niyetimiz, ümidimiz ve inancımızla sarılırız. Hep böyle yaptık.
İçinde; sevgiyi, saygıyı, iyi niyeti, sağlığı, başarıyı, mutluluğu; en önemlisi de sahici bir barışı sakladığını düşünerek açarız ona kapımızı…
Yorgun olsak da, eskisi gibi güvenmesek de ona, ondan biraz korksak da, ona güvenmeyi seçmeliyiz.
Açmalıyız kapıyı… Mademki yola çıkmış, geliyor, devam etmesine izin vermeliyiz ona, hayatımızı anlamlı hale getirmesi için… Bavulda bize ait olan, bizi biz yapan, bize insan olduğumuzu hatırlatan ne varsa bulup çıkarmalıyız. Dünyayı eskiden olduğu gibi gerçek mavisine boyamak için ne gerekiyorsa yapmalıyız… Onu daha çekilir, daha dayanılır, daha mutluluk verici ve daha yaşanır hale getirmek için ne gerekiyorsa yapmalıyız…
Yeni gelene; başlangıcına baktığımız takvim ne olursa olsun; topluca, sımsıkı sarılmalıyız…
Sarılmalıyız ki samimiyetimize inansın, içeri girsin ve bizim dudaklarımızdan dökülecek sözcüklerin karşılığını versin; hoş gelsin…
Lütfen artık, sahiden ama sahiden hoş gelsin, hoşluklar getirsin; kutlu olsun!