29 Aralık günü Suudi Arabistan’da yaşanan sarsıcı hadiseye kutunun dışından bakmaya çalışalım. Aslında olan nedir?
Arap dünyasının siyasi ve ekonomik olarak belki de en güçlü olan ülkesi Suudi Arabistan, kendini değişen dünyaya ayak uydurmak zorunda hissediyor. Yoksa ilerleyen dönemde bölgedeki varlığı ve gücü gittikçe silinecek.
Nitekim uzun vadede küresel şartlar değişiyor. Fosil yakıtların kullanımı önümüzdeki 30 sene zarfında muhtemelen sıfıra yakın bir seviyeye gelecek. Dünya küreselleşiyor, özgürlükler daha fazla talep ediliyor.
Batı dünyası ekonomik olarak güç kaybederken Doğu dünyası güç kazanıyor. Herkes gözünü Çin’e dikmişken sessiz sedasız Hindistan aradan sıyrılıp burnunu gösteriyor. Yapay zeka her geçen gün kendini geliştiriyor. Teknolojinin on yıl zarfında geleceği noktayı ve hayatlarımızda yaratacağı etkiyi öngörmekte bile zorlanıyoruz.
Orta vadede ise kuzeyde ve güneyde hala sürmekte olan savaşların neticeleri dünyanın dengelerini değiştirecek. Aynı zamanda Pasifik’te de yakın zamanda bir çatışma çıkması muhtemel. Bu son saydığım da gerçekleşirse o zaman sadece siyasi kaygılar değil, aynı zamanda ticari, teknolojik ve belki de küresel düzende büyük değişimler yaşamamız muhtemel olacak.
Suudi Arabistan, artık bildiğimiz ülke değil. 1985 doğumlu Veliaht Prens Muhammed Bin Selman, hatırlarsanız Trump tarafından ilk andan beri çok desteklenmişti. Ülke için önüne koyduğu 2030 vizyonunda zaten açıkça ülkesi için gelecek projelerinden bahsediyor.
Cemal Kaşıkçı suikastinin de muhtemelen merhum gazetecinin bu vizyona taş koymaya çalışan, etrafında mevcut yönetime karşı kuvvetli bir muhalefet gücü toplayabilecek etkide bir kişi olduğu için gerçekleştirildiği yaygın bir kanı haline geldi. Nitekim tarih boyunca istisnasız her toplumda yaşanacak olan büyük değişimler öncesinde bu değişimi tehdit etme potansiyeline sahip unsurlar bertaraf edilmiştir.
Bu tür bir değişimi başaran bir ülke var aslında: Birleşik Arap Emirlikleri. BAE lideri Al Nahyan, bireysel özgürlükleri önceleyerek ülkeye küresel ekonomiyi çekmeyi hedefledi. Şu an geldiği pozisyonda bu küçük körfez ülkesi Londra ve New York’dan sonra dünyanın üçüncü büyük ekonomik merkezi oldu. Önünde bu değişimi başarılı bir şekilde tamamlamış olan Birleşik Arap Emirlikleri örneğini inceleyen, Bin Selman daha farklı bir yol izliyor. O, bu değişimi turizm çerçevesinde yapmaya çalışıyor. Çünkü kendi otoritesini pek paylaşma niyetinde değil.
Turizm parantezinde ise tabi ki dünyanın en parlak vitrini, milyarları etrafında toplayan “futbol”.
Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın açıkladığı ‘2030 Vizyonu’ çerçevesinde Ortadoğu’nun yeni turizm destinasyonu olmak için kolları sıvayan Suudi Arabistan, dünyanın en büyük on futbol liginden biri olmayı hedefliyor.
Ülkenin 700 milyar dolar büyüklüğündeki varlık fonu PIF ile devlet petrol şirketi Aramco çok sayıda futbol kulübünü satın aldı. PIF, Suudi Arabistan profesyonel futbol liginde mücadele eden Al-Ittihad, Al-Ahli, Al-Hilal ve Al-Nassr futbol kulüplerinin yüzde 75 hisselerini aldı.
New York Times gazetesine göre ise Suudilerin futboldaki atağının ardında Garry Cook bulunuyor. Spor markası Nike’ın eski üst düzey yöneticisi İngiliz Cook, ülkeyi futbolla tanıtma politikasını güdüyor.
Bunu Suudi Pro Lig yetkilisi Carlo Nohra da destekliyor. Nohra’ya göre Suudiler’in futbola yatırımları tek seferlik bir dönem olmayacak. Suudi Arabistan hükümeti, Pro Lig'in, gelir ve kalite açısından dünyanın en iyi liglerinden biri olmasını hedefliyor. Nohra, hükümetin, bu hedefe ulaşana dek ligi mali olarak destekleme taahhüdünde bulunduğunu söyledi.
Paris’teki Skema Business School’da spor ve jeopolitik ekonomi profesörü Simon Chadwick, "Dünyanın dört yanında uluslar sporu ve eğlenceyi, yumuşak gücü yansıtmak için bir politika aracı olarak kullanıyor" diyor ve ekliyor: "Dünya çapında insanların sevgisini ve güvenini kazanmak için uluslar arasında bir yarışmadan bahsediyoruz. İngiltere, ABD, Fransa, Hindistan ve diğer birçok ülke bu politikayı uyguladı. Şimdi Suudiler de aynısını yapıyor."
Şimdi, 29 Aralık günü olanlara dönelim…
Tüm bu çerçeveden bakınca Fenerbahçe ve Galatasaray hadisesi, Suudiler’in yıllarca üzerinde titizlikle çalıştıkları projenin üzerine tuz biber ekti. Suudiler açısından bir çuval incir berbat oldu. Nitekim tüm dünya yumuşak güç ile Suudi Arabistan’ın henüz yanyana gelemeyeceğini gördü.
Türkiye olarak ekonomimizin zayıf olduğu bu dönemde Suudi fonlarına da her yabancı yatırım gibi ihtiyacımız var. Bu doğru. İlişkilerimizi kuvvetlendirmek için çaba gösterilmesi de doğru.
Ancak, Suudiler’in siyasi yapısında fazla esneme payı olmadığı hesaba katılmalıydı.
Millet olarak bizim için büyük önem taşıyan Cumhuriyet’in 100. yılında gönül rahatlığıyla organizasyonumuzu yapma ihtiyacımız da hesaba katılmalıydı.
Sonuç olarak bu maç, cumhuriyetin 100. yılında oynanan çok özel bir maçtı. En baştan bu organizasyon için Suudi Arabistan’ın seçilmesi hatalıydı.
Bu tür planlamalar yaparken sadece ekonomik olarak değil, siyasi, tarihi, kültürel ve psikolojik açılardan da konunun derinlemesine değerlendirilmesi gerekir. Bunun içinde konusunda yetkin kişilere danışılması gerekir. Yoksa 29 Aralık’ta yaşanılan hadise gibi birçok istenmeyen zarar meydana gelir. Sonra da “Ama biz bunun böyle olmasını istememiştik” derken yıllarca çözülemeyecek sorun yumakları yaratılır.
Ünlü İslam alimi Buhâri’nin çok sevdiğim güzel bir sözü vardır: “İş, ehli olmayan kişilere verilince kıymeti bekle, kıyametin kopması pek yakındır.”