Soğuk Savaş’ın ABD ve Rusya arasındaki iki kutuplu dünya sistemi evresinden sonra, Sovyetlerin çöküşüyle tek kutuplu dünya sistemine geçildiğinde ABD, süper güç sıfatıyla tek kutuplu dünyaya hükmetmiştir; ancak bu, ABD için çeşitli sınamaları da beraberinde getirmiştir. Örneğin; 1991’deki I. Körfez Harekâtı, 2001’deki 11 Eylül saldırıları bunlardan sadece birkaçıdır. Özellikle, Arap Baharı sürecinden sonra gelişen olaylar ve nihayetinde, 2011 Suriye İç Savaşı itibarıyla Ortadoğu, Akdeniz ve Kuzey Afrika kuşağında Amerikan hegemonyasının zorlandığı düşünüldüğünde, bölgedeki aktör sayısının artmasının neticesinde çok kutuplu sistemin bölgedeki etkileri giderek hissedilmekteydi.
Günümüz çok kutuplu dünyasının bugünkü Asya Pasifik’ten yükseldiğini söylemek, elbette abartı olmayacaktır; ancak çok kutupluluğun ayak seslerini 1950’lerdeki gelişmelerde arayabiliriz. 1955’te Endonezya’nın Bandung şehrinde gerçekleştirilen ‘Bandung Konferansı’nda ‘Bağlantısızlar Hareketi’ (Non-Aligned Movement) doğmuştu. Bu hareket, Amerika’nın başı çektiği batı bloğu ile Sovyetlerin liderlik ettiği doğu bloğuna karşı alternatif bir blok oluşturup üçüncü bir yol çizmeyi ifade etmekteydi. Esasında bu hareket, günümüz çok kutupluluğun ilk emareleri olmakla birlikte, ‘3. Dünya’nın da sesi olarak görülmekteydi. 1970’lerden sonra plüralist akımın da etkisiyle uluslararası alanda aktörlerin sayısının çoğalması ve sonrasındaki 1980’lerin neo-liberal atılımları, küreselleşmenin ivme kazanmasıyla çok kutupluluğa geçişi hızlandırdı. Öyle ki günümüz Asya Pasifik’inden yükselen çok kutuplu sistem, tüm bu kısa tarihi arka planını ifade ettiğim sürecin sonucu olarak değerlendirilmelidir. Ancak, tam da bu noktada günümüzde çokça karıştırılan bir diğer noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Günümüz çok kutuplu dünyası; siyasi, askeri, iktisadi ve diplomatik açıdan her geçen yıl Asya pasifiğe kaysa da çok kutupluluk, sadece Asya Pasifik’ten oluşmamaktadır. Afrika, Latin Amerika ve Avrupa’daki yükselen güçler, çok kutupluluğun jeopolitik ve coğrafi çeşitliliğini de bizlere kanıtlamaktadır.
İşte, tam bu noktada bölgesel alt sistemin iki başat aktörü olarak Türkiye ve İsrail, özellikle Arap Baharı sürecinden sonra bölgede yaşanan gelişmelere karşı dış politikalarını çok kutuplu dünya sistemine göre dengelemeye çalışmaktaydılar. Türkiye’nin, ABD’nin ‘müttefiki’ ve NATO üyesi olarak, Rusya ve İran’la dengelediği politikalar ile İsrail’in her ne pahasına olursa olsun ABD ile devam eden derin ve vazgeçilmez ilişkilerinin yanı sıra; Rusya, Çin ve Hindistan’la da ilişkilerini ilerletmesi çok kutupluluğun, her iki başat aktörün önüne getirdiği bir ‘denge gerçeği’dir. Örneğin İsrail, BRICS ülkelerinin tamamıyla ilerlettiği ve elbette Hindistan’ı da temel alan yakın ilişkilerinde, IMEC projesini hayata geçirmekte oldukça istekliydi. Sadece bu örnek dahi İsrail’in çok kutuplu dünyada batı ve doğu arasındaki dengeyi nasıl gözettiğini bize göstermektedir. Keza, Çinli şirketlerin İsrail’den çok sayıda ihaleler alması ve hatta, İsrail’in Hayfa limanının işletmesinin Çinli şirketlere verilmesi, bahsettiğim konunun küçük bir örneğidir; fakat geçen yıl 7 Ekim’de son İsrail-Hamas çatışması, İsrail ve Türkiye’nin çok kutuplu dünya karşısında uyguladıkları ve 7 Ekim’den önce birbirlerine yaklaştıkları sürece, kısa vadede onarılmayacak ya da telafisi mümkün olmayan yaralar açmıştır. Eğer her iki ülke de bölgesel alt sistemde bölgeselci dış politikanın, tüm yaşanan bu olumsuz gelişmelere karşın devam ettirilmesine kanaat getirirler ise çok kutuplu dünyada “belirli kalıplara sıkıştırılmış ve tek tip dış politika” uygulama girişiminin mümkün olmadığını göstermiş olurlar.
Türkiye’nin son üç yılda çevresinde gelişen olaylar göz önüne alındığında, Türk dış politikasının sergilediği proaktif dış politika yaklaşımı, Türkiye’nin sadece İsrail’le değil; bölgenin genelinde ileriye dönük vizyoner bir dış politika perspektifine dayanan ve nihayetinde, çok kutuplu dünyanın Türk dış politikasının önüne getirdiği çok boyutlu dış politika uygulama gerçeğini bizlere bir kez daha hatırlatmaktadır. Bu bağlamda, Ortadoğu’nun en çok üreten ülkeleri olarak ve 1958’deki Çevresel Pakt’tan günümüze; askeri, istihbari ve diplomatik güçlerini kanıtlayıp birbirleriyle birçok alanda eşgüdüm hâlinde çalışan Türkiye ve İsrail’in, çok kutuplu dünyanın yeni aktörlerinin her geçen yıl bölgede etkilerini artırdığı konjonktürde, birbirlerine ihtiyaçlarının olmadığını ifade etmek iddialı bir söylem olmaz mı? İki ülke de geçmişten günümüze, olaylar karşısında birçok ciddi kriz ve iletişimsizliğin üstesinden gelebilmişlerdir. Bu durum, İsrail’in agresif tutum/politikaları ve dikkatsiz kamu diplomasisi ile Türkiye’nin de fevri çıkışları ve kimi zaman tek taraflı yaklaşımına rağmen başarılabilmiştir. 7 Ekim’den sonra yaşanan baş döndürücü gelişmelerden sonra, ilişkilerin revize edilmesi ve onarılması Türkiye’den çok, İsrail’in çaba harcamasına bağlıdır; ancak İsrail tarafından beklenen söz konusu çabayı, kısa vadede pek mümkün görmüyorum.