“Görmenin sınırı yoktur. Görmek için kendinize izin verirseniz, bu biraz daha fazla görmenizi sağlayacaktır.” Bilge Friedlaender*
Birbirlerini hiç tanımamışlardı. Biri 1899-1967 yılları arasında Fransa’da yaşamıştı. Diğeri 1930-2007 arasında İstanbul’da.
Fransa’da yaşayan “sıcak boğucu bir haziran günü 67 yaşında vefat etmişti. Bir pazar günüydü, ikindinin ilk saatleri.” İstanbullu 2007 yılının sıcak boğuk bir haziran gününde 76 yaşında gözlerini yummuştu dünyaya. Bir cuma günü idi. Babalar gününden hemen önceki cuma günü. Öğle saatleri.
İkisinin hikayesi geçtiğimiz hafta İstanbul’da bir vapur gezisinde çakıştı. Fransız olan 2022 yılı Nobel Edebiyat Ödülüne layık görülen yazar Annie Ernaux’nun babasıydı. İstanbullu olan ise benim babam.
Borga Kantürk’ün Arter’deki Kendi Gölgesinde başlıklı grup sergisinde gösterilen Ortada (2011) adlı eseri ile Arter Kütüphanesi’nde yer alan Kısa Mesafeler Kitaplığı (2021) adlı yerleştirmesinden hareketle kendisinin yönettiği bir etkinliğe katılmıştık. İki aşamalı olarak düzenlenen bu çalışma vapur deneyimine ve seyahat fikrine odaklanacaktı. Kantürk’ün pratiğinde sıklıkla yer bulan kısa mesafe seyahat araçlarından esinle kurgulanan atölye, akan zamanı, özellikle de vapurda geçen, deniz üzerinde daha sakin, dingin ve konforlu bir yolculuk deneyimi vaat eden zamanı odağına alacaktı. Bu çalışmanın ilk ayağı gereğince bir vapur yolculuğu esnasında biz katılımcılar birbirimizden bağımsız olarak kendi zamanlarımızda kendi seçmiş olduğumuz 100 sayfadan kısa olan bir kitabı okuyacak, etkilendiğimiz pasajları işaretleyecek, duygu ve düşüncelerimizi not edecektik. Altta yatan fikirlerden biri de telefonlarımızdan uzak bir iki saat geçirmekti. Böylece yolculuk içinde yolculuk yapacaktık.
Uzun zamandır Annie Ernaux okumak istiyordum. Bu vesile ile bir kitabını aldım: Babamın Yeri. Bebek’ten vapura bindim. Soğuğun insanın içine işlediği bir cuma günüydü. Yine de güneş, kalın kalın giyinmiş bu gezginin açıkta oturmasına olanak sağlayacak şekilde ışıldıyordu. Bir elimde kitabım, bir elimde ince belli de çayım… Bu arada defterim, kalemlerim… Bebek-Anadolu Kavağı güzergahında gidiş-dönüş iki saatlik kısa bir yolculuk planlamıştım kendime.
‘Babamın Yeri’ babamla anılarıma taşıdı beni.
Oysa bu yol babam değildi. Bu yol daha çok annemdi. Bebek vapuru… Kanlıca yoğurdu... “Derin derin nefes al” diyordu annem yanı başımdaymış gibi “çek oksijeni ciğerlerine”. Babam ise, sanki daha çok Beşiktaş-Adalar hattı idi. Babamla ilgili anılar o hattaydı. Burgazada’dan dost ziyaretlerinden dönerken gece, yorgun, uykudan kıvranırken bitmek bilmez seyir süresince onun anlattığı hikayeler… Sahi neler konuşurduk o uzun yolculuklarda? İstanbul’u anlatırdı muhtemelen… Fıkralarla güldürmeye çalışırdı bizi. Dizinde uyuya kalırdım bir süre sonra.
Okuyordum. Şaşkın… Fransız olan ne kadar çok babamdı. Hayata bakışı, yorumları, söylemleri… Tabi ki farklılıklar da vardı. Ve Annie Ernaux ne kadar da bendi. Benzerlikler dikkate değerdi. “Yavaş yavaş yazıyordum. Bir hayatın bütün olgular ve seçimler bütünü içinden açıklayıcı örgüsünü ortaya çıkarmaya gayret ederken, gitgide babamın kendine has yüzünü kaybettiğim hissine kapılıyorum.” Maalesef, zamanın böyle bir perde çekmesi var geçmişin üzerime. Tabi farklılıklar da vardı. Annie Ernaux babasından utanıyor gibi görünüyor. Bu duygu babanın yaşadığı sosyal, kültürel ve iletişimsel boşluktan kaynaklanıyor sanki. Genç kız, babasının kullandığı yerel dil, onun rustik tavırları, popüler ve mütevazı kökenleri karşısında şaşkına döndüğünü hissediyor. Oysa babam bunun tersiydi belki de. Yine de her ikisi için “Her şeye rağmen, hayatta kalmak gerekiyordu.” Her ikisinin de düşüncesi “faal insan tek bir saniyeyi bile boşa geçirmez, her saatin kendine bir şey kattığını görür” şeklindeydi. O kadar ki sonunda babam bir gün uyudu ve bir hafta boyunca ihtiyaçlarını karşılamak dışında hiç uyanmadı. Ne çok korkmuştuk! Farklı coğrafyalarda, aşağı yukarı aynı dönemde yaşamış bu iki adamın toplumda kendilerini yerleştirdikleri yerin detayları ve topluma bakışları arasında dolandıkça ben gururla doluyordum. Babamla gurur duyuyorum. Babamın kızı olmaktan gurur duyuyorum.
Okudukça satır aralarına, sayfaların kenarlarına benzerlikleri ya da farklılıkları yazmaya başladım. Annie’nin hikayesinin hafızamın karanlık kuyularından çekip ışığa çıkardığı anıları yazar buldum kendimi. Kitap içinde ikinci bir kitap oluşmaya başladı. Gözlerimde yaşlar yıllar içinde soluklaşan, silikleşen anıların arasında gezinmeye başladım. Anadolu Kavağına doğru açığa çıkan anılara nispet güneş karanlık bulutların ardına gizlendi. Sağanak gözyaşlarıma karıştı. Annie Ernaux -Arter ve Borga Kantürk aracılığıyla- güneşli başlayan yağmurla devam eden soğuk bir ocak günü beni babamla buluşturdu. Bir cuma günü idi.
Kısa mesafeli seyahat edebiyatın gücüyle birleşince insanı zamanda hiç beklenmedik bir seyahate götürebiliyormuş. Tıpkı çocukluğumda olduğu gibi. Telefonu daha sık kapatıp daha sık yol okumaları yapmalı.
Meraklısına Not:
Bilge Friedlaender’ın sözü, Arter’deki sergiden