Sevgili hocam, sana bu satırları yazmam hayatın bizlere yaptığı acı şakalardan biri olsa gerek.
2011 yılıydı, askerden yeni gelmiş, Şalom vasıtasıyla Mim Sanat Atölyesinde derslerinizde yolumuz kesişmişti. Yıllar geçtikçe daha yayınlanmamış romanımın sesi, turlarımın destekçisi oldun. Güzel konuşabilmeyi ve yazabilmeyi senden örnek aldım.
Bana zor zamanlarda hayatı sevmeyi, kendinle barışık olabilmeyi, yaşam gustosunu öğrettin. İstanbul’un her semtindeki hikayelerde, sohbetlerimiz hatıran hep yaşayacak, bizden sonrakilere anlatılacak.
Dünyanın en güzel çarşısı olarak nitelediğin Kadıköy Çarşısı da sensiz öksüz kalacak. Yanyalı Fehmi’nin leziz tatları, Baylan’ın likörlü çikolatası, balıkçılar ve daha nicesi yazar ağabeylerini özlemle anacak.
Romanlarında bu şehre dair her noktayı, insanın tüm tuhaflıklarını, hayatı ve gerçekleri bizlerle paylaştın. Katıldığım yazı atölyelerinizde hep “Roman yazabilmek için anlatmaya değer, önem verdiğiniz bir meseleniz olmasını” tembihlerdiniz. Sadece bir yazı atölyesi değil, birçok öğrencinizin de bu vesileyle kendini, hayata dair aradıklarını bulduğu, her haftayı iple çektiğimiz, hayatın zorluklarına bazen gülerek çoğu zaman da düşünerek kendimizce çözümler ürettiğimiz sığınaklarımızdı.
Sözlerin hep kulaklarımda, zor zamanlarda şimdi Mario Hoca olsa ne yapardı deyip gülüyordum.
Yeldeğirmeni’nin her taşını, apartmanların hikayesini, yakın geçmişte sinagog etrafındaki mutlu hayatları, insanları da sizin sayenizde tanımış, kendimi mahallenin bir bireyi saymıştım.
İnsanların yeri geldiğinde hadsizliklerine, tuhaf tavırlarına, usul bilmez davranışlarına da nasıl ağırlıkla ama anlayacakları bir şekilde cevap verdiğini görür, hep birlikte feyz alırdık.
Son dönemde televizyondaki İstanbul temalı programında seni ekranda görmenin de keyfini yaşamıştık. Ahmet Ümit ile yaptığınız program, imza günlerindeki sohbetler hepsi birer film şeridi gibi şimdi önümden geçiyor.
En çok okunan yazar olabilmek için gerekli bütün hünere sahipken, en çok okunan değil en kalıcı yazar olabilmeyi seçmiştin. Nitekim nasıl ki Sabahattin Ali’ler, Yaşar Kemaller, Virgina Wolf’ler, Marcel Proust’lar yıllar geçse de yaşamaya devam ediyor, senin eserlerin de okurlarında tekrar tekrar hayat bulacak.
İlgi çekebilmek için marjinal bir Yahudi olmayı değil, kimliğinle gurur duyarken, köklerinden kopmayan, bunu romanlarına taşırken bizleri anlatan ağabeyimiz oldun. Dilerim Ladino dilinde başladığın romanı bir gün okuyabilmek mümkün olur.
En son yazın yeni projelerinle ilgili uzun uzun konuşmuş, bir araya gelelim demiştik. Balat Sinagogu’muzda yaptığın çekim belki de toplumumuza dair senden son bir hatıra bıraktı.
Yazacak, söyleyecek öyle çok söz ve hikâye var ki, şimdilik burada bırakalım. Seninle daha tanışmamış olanlar varsa, ‘Bu Oyunda Gitmek Vardı!’ eserinle başlasın…
Annemin kaybından beri ilk defa bir akraba, bir yakını uğurlarcasına doya doya ağlıyorum. Yakında görüşemeyeceğiz belki, ama biliyorum benim gibi nice öğrencinde bıraktığın izler, eserlerin hep yaşayacak.
Yolun ışık olsun ağabey, hocam…
Seni unutmayacağım.