Geçtiğimiz cumartesi sabahı Asya yakasında işimiz vardı. Vakitlice bitirince trafiğe takılıp geri dönmektense Bostancı’dan vapura binip Büyükada’ya gitmek daha cazip geldi. Hava güzel ötesi… İnsan nasıl giyineceğini şaşırıyor. Ada iskelesinin siluetini görmek içimi rahatlatır. İstanbul iskeleleri içinde özgün durumunu koruyabilmiş ender örneklerindendir.
Yıllarca önünden geçip fark etmediklerimiz vardır. Bir benzerini yaşadım. İskele girişinde pirinç bir tabela durur. Hep görürdüm de durup ne yazıldığına dikkat etmemiştim bugüne kadar. Birden gözüme takıldı. 1899’da hizmete giren ahşap iskelenin yerine inşa edilen iki katlı binanın planı Mimar Mihran Azaryan’a aitmiş. Merak edip biraz daha bilgilendim. 1914’te yapımına başlanan yeni bina bir senede tamamlanmış. Cephesinde çini panoların yer aldığı üst kat 1950’lerde Ada’nın kışlık sinemasıymış. Yakın tarihte ise büyük bir restorasyon çalışması yapılarak 2001 Ekim’inde yeniden hizmete girdi. Her güzelin içinde kusur arayanlardan değilim. Ancak restorasyon(!) biraz da kıyım oldu. Dış cephe çinileri kısmen sıvaya bulaştı; iç kısımdaki masif tahta bölmeleri tamir yerine yağlıboya sürülerek yenilendi. Böylece Ada’yı koruma anlayışı ve gelecek vizyonu farklı bir boyuta geldi.
İskele çıkışından sağa dönünce kıyı boyunca Adalar belediye başkan adaylarının tanıtım afişleri yer almış. Belediye Kahvesinde çay içerken karşıdan hepsinin yüzü gülümsüyor. Adaylardan birinin Ada kökenli olduğunu bilmek güven verici. Hayırlısı diyelim.
Sola dönüp sahil lokantalarının önünden geçerken masalara konmuş vazoların içinde mimoza gördüm. Hani basında çokça yer alan ‘Adalarda mimoza katliamı’; koparılan dallar öbek halinde dururken, ‘Vapur girişlerinde ikişer zabıta beklesin’ gibi birbirinden saçma öneriler…
Koparmak, bozmak, yok etmek giderek bir yaşam tarzı haline geldi. Dışarıdan gelen cahil, kıymet bilmez diyelim. Sahilde vazolara mimoza koyanlara ne demeli? Bunun için eğitimli olmak da gerekmez. ‘Adalar’da artık ‘Adalı’ neredeyse kalmadı’ diye hayıflanmamız boşuna değil. Sahiplenme ve aidiyet bilincinin kaybolduğuna tanık olmak çok acı.
Bu mevsimde bile Adataksilerin önünde biriken uzun kuyruk umarım yaz aylarının teminatı değildir. Turistin gelmesi elbette güzel, öte yandan Ada halkının yaşam alanını korumak da önemli.
Yürüyüş yaparken onarılan binaları fark etmek sevindirici. Çokça ‘satılık’ ilanı görmek ise üzücü. Gidenlerin yerine kimler gelecek duygusu hüzün veriyor. İstanbul’un çehresi ne kadar değiştiyse, Ada’nın çehresi de aynı oranda değişti. Hayıflanmak gereksiz. Şehrin kaosundan sonra Ada yine güzel, yine güzel.
***
Dönüşte Adalar-Kabataş seferine bindik. Kalabalığı bir yana koyarsak, iki saat süren yolculuktan hiç rahatsız olmam. Tam aksine kitaptan başımı kaldırmadığım, zihnimi boşalttığım mutlu anlardır.
Güzel havadan istifade üst açıkta oturduk. Önümüzdeki iki sırada, üniversiteli olduklarını varsaydığım on beş kişilik turist grubu var. Hepsi erkek. Çoğu kumral, mavi gözlü. Bir kısmı ise siyah saçlı, koyu renk gözlü. Hepsi düzgün, ölçülü. Eşlik eden rehber de aynı çizgide. Sohbetlerinden bir Balkan esintisi geldiyse de hangi lisanda konuştuklarını pek çıkaramadım. Bir süre sonra şarkı söylemeye başladılar. Halk ezgileriydi. Kelimeleri arasında ‘Bukowina’yı duyunca Romanyalı olduklarını anladım. Tınılar tanıdık geldi.
Sesler yavaş yavaş gürleşti. İki şarkı, üç şarkı güzeldi. Sonrası fazla geldi. Kitapta aynı sayfada takılı kalınca, iki elimle kulağımı kapattım. Az sonra hareketimi fark eden gençlerden biri yanıma gelip, çıkardıkları gürültüden dolayı özür dileyince, konserin çok güzel olduğunu söyleyerek vapurun toplu taşıma aracı olduğunu nazikçe vurguladım. Delikanlının arkadaşlarına eliyle ‘sessizlik’ uyarısı yerini buldu. Koro sesleri sohbete dönüştü. Ne kızgınlık ne kırgınlık ne de nahoş bir tepki geldi. Sanırım kişileri ileri götüren eğitim kadar medeni duruşlarıdır.
Vapurdan inerken toplu halde rehberlerini bekleyen gençler gülümseyerek bize el salladılar.
Sağlıkla kalın.