1672’de, Avrupa’da yeni yeni Aydınlanma’nın öncül kıvılcımlarının görüldüğü bir zamanda, Hollanda -Felemenk- Cumhuriyeti vahşi bir cinayetle çalkalanır. Özgürlükçü fikirleriyle tanınan ve Kilise tarafından pek sevilmeyen filozof -devlet adamı Johan de Witt Fransa’nın Hollanda’yı işgal etmesi bahanesiyle öfkeli bir grup tarafından Lahey’de kardeşiyle birlikte feci bir şekilde linç edilir. Kimi tarihçilere göre de vahşet, kanibalizme kadar uzanır.
Bu vahşet karşısında deliye dönen ve Witt’in dünya görüşünde büyük tesiri olan felsefe tarihinin en ünlü isimlerinden biri, olayın meydana geldiği yere, elinde hazırladığı “ultimi barbarorum/barbarlığın dip noktası” pankartıyla gitmeye çalışırken ev sahibi tarafından zorlukla durdurulur; zira olay yerine ulaşması durumunda aynı vahşi akıbete uğrayacağı kaçınılmazdı.
Filozofumuz 17. yüzyılın en ünlüsü, 30 yıl sonra yeşerecek Aydınlanma’nın tohumlarını bedeller ödeyerek atan Baruch Spinoza idi. Kadim ve yoldaş arkadaşının cinayetinden çok etkilenen Spinoza çok kısa sürecek arda kalan yaşamında yarattığı eserlerinde bu ölümün arka planı üzerinden, dinsel/toplumsal meseleler ile iyilik/kötülük kavramlarına yoğunlaşacaktı.
Spinoza henüz 23 yaşındayken mensubu olduğu Amsterdam Sefarad Yahudi Cemaati’nden aforoz edilmiş, geriye kalan 21 yılını Yahudi cemaatinden ve ailesinden tamamen ayrı yaşamış, yazdığı eserlerle cemaatinden sonra Hıristiyanlar ve özellikle Kalvinistlerle de uğraşmak zorunda kalmıştı.
Spinoza, Tanrı’nın, insanı gözlemleyen, ödül veya ceza veren kutsal bir varlıktan öte, var olan her şeyi kapsayan ebedi bir töz olduğunu savundu. Tüm canlıları içeren doğa ve Tanrı, iç içeydi.
Toplum içindeki konuşmalarında, dünyayı Tanrı’nın yaratmadığını, mucize diye bir hakikat olmadığını ve ruhun sonsuz olmadığını iddia eden Spinoza, dönemin Amsterdam Yahudi din adamlarını öfkelendirir, düşüncelerinden dolayı pişman olması istenir, reddedince aforoz edilir. Aforoz kararı, gerekçesi detaylandırılmasa bile Spinoza’ya, “Yahudiliğin Tanrı’sına ve dinine karşı geldiği” gibi genelleştirilmiş bir açıklama ile bildirilir. Kendisine Tevrat’ın Devarim bölümündeki, Tanrı’ya karşı işlenecek suçlarda verilen Herem -toplumdan ömür boyu dışlanma- cezası uygulanır ve lanetlenir:
“Gündüz lanetli olsun, gece lanetli olsun; Yattığı zaman lanetlidir, kalktığı zaman da lanetlidir. Dışarı çıktığında lanet olsun, içeri girdiğinde de lanet olsun.”
***
Geçtiğimiz hafta ölüm yıldönümünde anılan Spinoza’nın her geçen gün daha bahsedilir olması ve mutluluk için olmazsa olması olan rasyonel düşünce pratiğinin gurusu olması, bugün dünyanın her yerinde kitaplarının her geçen gün daha fazla basılmasını ve okunmasını sağlıyor
Bugünlerde ABD’de çıkan, tarihçi İan Buruma’nın ‘Özgürlüğün Mesih’i: Spinoza’ eseri, bu sakin yaradılışlı ama radikal fikirli düşünürün günümüzde bu kadar okunmasının nedeni olarak, yaşadığımız demokrasi ve özgürlük sorunlarını gösteriyor.
Buruma, Spinoza'yı ‘mesih’ olarak adlandırırken ilhamını; filozofu, Yahudi olarak doğan İsa Mesih’e benzeten 19. yüzyıl Alman Yahudi yazarı Heinrich Heine’den alıyor.
Spinoza da İsa gibi düşünceleri ve öğretileri yüzünden acı çekti demeye getiriyorlar…
Buruma’ya göre, Spinoza’yı hala günümüzün düşünürlerinden en önemlisi yapan özelliği, filozofun kendi deyimiyle, libertas philosophandi / özgürlükçü felsefe adını verdiği düşünce özgürlüğüne bağlılığı. Spinoza rasyonel düşüncenin, aklın mutluluk yolunda insanı iyiye yönlendirecek yegâne güç olduğuna inanır.
Spinoza, dini veya kültürel kökenleri ne olursa olsun, tüm insanların akıl yürütme kapasitesiyle dolu olduğuna ve kendimiz ve içinde yaşadığımız dünya hakkındaki hakikati aramamız gerektiğine inanıyordu. ‘Anlamanın Düzeltilmesi Üzerine’ adlı makalesinde şöyle der:
“Gerçek felsefe 'gerçek iyinin' keşfidir ve gerçek iyinin bilgisi olmadan insan mutluluğu imkansızdır.” Ona göre, gerçek iyilik, din, kabile, cemaat ortak duyguları ya da otoriterlik yoluyla değil, yalnızca akıl aracılığıyla bulunabilir.
Bu düşünceleri elbette zamanın Yahudi ve Hıristiyan din adamları tarafından tepkiyle karşılanacaktı. Zira Spinoza ahlaki -iyi- davranışın yalnızca dini inançtan kaynaklanabileceğine inananların aklını karıştırmış, iyiye akıl yürütme ile ulaşılabileceğini savlamış ve etrafındaki kimilerini etkilemişti.
Birey noktasında iyiliğin ve dolayısıyla mutluluğun akıl yoluyla gerçekleşebileceğini iddia eden Spinoza halk yönetiminde de sorunsalı aynı mantıkla analiz eder.
Yalnızca mutlak bir hükümdarın insanın şiddet dürtülerini kontrol altında tutabileceğine inanan çağdaşı filozof Thomas Hobbes'un aksine Spinoza, demokrasiye ve halkı temsil eden hükümet sistemine inanıyordu. Özgür bir cumhuriyet, çatışan çıkarlarla akıl ve rasyonel davranışla nasıl başa çıkacağını bilen makul yöneticilerden oluşan bir hükümet altında hayatta kalabilirdi. Nihai hedef toplumun özgürlüğüydü. Bu da mutlak olarak özgür birey ile özgür aklın yolundan geçiyordu.
En önemli eserlerinden biri ‘Teolojik Politik İnceleme’de “Demokrasinin temeli ve amacı, mantıksız arzulardan kaçınmak ve insanları mümkün olduğunca aklın kontrolü altına almak, böylece barış ve uyum içinde yaşayabilmelerini sağlamaktır” der.
Spinoza’ya göre, demokrasi, tüm yönetim biçimleri arasında en doğal ve bireysel özgürlükle en uyumlu olanıydı…
Spinoza akıl ve duygular ikileminde romantik rasyonalist olarak da görüldü. Zira onun, akıl yürütme kapasitemizin önceliği konusundaki ısrarı, düşüncelerimizin kolektif kimlikler ve tarihsel travmalar tarafından yönlendirildiği teorisiyle pek uyumlu değildi. Ancak o her daim, her türlü öğretilmiş kolektif duygulanımlara karşıydı. Ve tahripkâr toplumsal duyguları rasyonel bir argüman olarak değerlendirmezdi…
***
Bugün dünyada özgürlüğün ve demokrasinin gittikçe baş aşağı gittiği gözlemleniyor.
Kök nedeni ekonomik eşitsizlikler olan büyük sorun, pratikte demokrasi ve özgürlükten vazgeçmeye yol açan fikirleriyle öne çıkan lider ve peşinden giden yığınlar tarafından içinden çıkılmaz hale getiriliyor. Entelektüel hoşgörüsüzlüğün, dinsel ve seküler bağnazlığın, popülist demagojinin olduğu bir dönemde yaşadığımızı görüyoruz.
Sağdaki popülist siyasetçilerin, solda da woke kültürünün etkisine girmiş lider ve topluluklar, Aydınlanma’dan beri ilk kez Batı’da bile özgür dünyayı, entelektüel dünyayı hatta ifade özgürlüğünü tehdit eder hale gelmiş durumda. İşte bu noktada Spinoza’nın mutlak özgürlükçü ve akla dayalı ideolojisi bugün bu soruna ve çözüme ışık tutan temel aydınlatıcı özne olmuş durumda.
Spinoza, Aydınlanma öncesinde bir öncü savaşçı olarak demokrasinin, hoşgörünün, dinsel dogmadan ayrıştırılmış siyasetin ve ifade özgürlüğünün en açık ve önemli savunucusuydu.
Ölümünden 350 yıl sonra, Baruch Spinoza'nın felsefesi, özellikle derin siyasi bölünmenin olduğu ve liberal demokrasiye yönelik tehditlerin olduğu bu dönemde, hayati derecede güncelliğini koruyor…
Bugün, kaotik dünyanın Spinoza gibi sakin güç karakterinde, aklını kullanarak sorunlara çözüm arayan liderlere ihtiyacı var.
Lakin, yoklar.