Yeri geldiğinde belleğimin zayıflığından yakındığım olmuştur. Bu eksikliğimin, ilkokul günlerinden bu yana, özellikle ezberleme yeteneksizliğinden kaynaklandığını biliyorum. Yoksa konu insanlar, olaylar olduğunda unutmakla ilgili önemli bir sorunum yok. Gün oluyor, daha çocukluk yaşlarımdan birikmiş kimi görüntüler, aradan geçen uzun yıllara karşın, tüm canlılıklarıyla gözümün önüne gelebiliyor. Neyse, söyleyeceklerimin benimle bir ilgisi olmadığını belirteyim. Bu konuyu ele almamın nedeni, yine okuduğum kitaplarda beni düşünmeye kışkırtan kimi satırlar oldu. Öyle ki yanıtını aradığım bir soru sürekli kafamın içinde dönüp dolaştı:
Unutamamak; bir ödül mü, yoksa bir ceza mıdır?
Doğal olarak her birimiz deneyimlerimize, tanık olduklarımıza dayanarak bu soruya bir yanıt arayabiliriz. İlk anda güçlü bir belleğimizin olması gerçekten bir ödül olarak görülebilir; ancak yıllar boyu biriktirdiğimiz olumsuz anılar bizi sürekli rahatsız ediyorsa, bu durumun bir ceza olarak da algılanabileceğini düşünebiliriz. Bu konuda bir genelleme yapmaktan kaçınarak, verilecek her yanıtı, doğru olarak kabul edebileceğimi söyleyebilirim.
Aslı Erdoğan, Kabuk Adam kitabında şöyle diyor: “Bazen insana hiçbir şey hatırlamak kadar acı veremez, özellikle de mutluluğu hatırlamak kadar. Unutamamak. Belleğin kaçınılmaz intikamı. Herhangi bir iz taşınıyorsa eğer, bu bir zamanlar bir yara açıldığındandır.”
Elbette ki birçoğumuzun başından geçmiş, anımsamak istemediğimiz olaylar olmuş, zaman geçtikçe bunları unutmuşuzdur. Bu bir bakıma iyi de oluyor. Böylece belleğimiz çoğunlukla bu tür olumsuzlukları gizleyerek sürekli mutsuz olmamızı engelliyor. Yoksa hayatımız kim bilir ne kadar çekilmez olurdu.
MÖ 5. yüzyılda yaşamış Atinalı devlet adamı Themistokles şöyle diyor:
“Bana unutma sanatını öğret, anımsama sanatını değil; neden diye sorarsan, anımsamak istemediklerimi anımsıyorum, unutmak istediklerimi unutamıyorum da ondan.”
Anımsamak istemediğimiz, içimizi acıtan olaylar ne denli azsa, unutamamayı bir ödül olarak görebiliriz.
Buna karşın yine yakın bir zamanda okuduğum Kayıp Ağaçlar Adası romanında Elif Şafak, sağlam bir belleğin aslında bir lanet olduğunu söylüyor. Öyle ki yaşlı Kıbrıslı kadınlar birine beddua ettiklerinde, başlarına kötülük gelmesini dileyen tümceler kurmazlar, yalnızca şunu derlermiş: “Asla unutmayasın. Mezara kadar her şeyi hatırlayasın.”
Bu satırları yazarken, Nazi temerküz kamplarından kurtulmuş Elie Wiesel, Aharon Appelfield, Viktor Frankl, Primo Levi gibi yazarların anıları aklıma geliyor. O günlerde yaşananlar, bir kısmının hayatını ömür boyu karartırken, bir kısmı da hayatına son vererek onlardan tümüyle kurtulmayı seçmişler.
Ünlü Fransız şairi Paul Valéry, “Unutmak gerek yaşamak için!” diyordu. Ben de sözü şöyle bağlamak istiyorum:
Dileyelim ki unutamadıklarımız, mutluluğumuzu hiçbir zaman gölgelemesin!