"İnsanların kendi hayatlarının mağduru olmaktan yoruldukları an kendi hayatlarının kahramanı olmayı düşünmeye uyandıklarını düşünüyorum.” Robert Walter
Çözüm her zaman insanın kendisinde saklı. Martın kapıdan baktırdığı, baharın güneşine ve tazeliğine özlem duyduğumuz bu gri İstanbul günlerinde hayatın gri tonları içinde silik ve renksiz hissetmek normal. Mavi Çilek de olsanız, Ayrık Otu da olsanız fark etmiyor.
Önce olduğu her ne ise o halle barışması gerekiyor insanın. Çünkü insan sıklıkla kendini kendi bakış açısı içinde hapsedilmiş buluyor. Hapislik haline odaklandıkça da o halden çıkış kapısını göremiyor. Sıklıkla olduğu halin olumsuzluklarını tekrar eder buluyor kendini. Sonuçta, çoğu zaman farkında bile olmasa da bu tekrarlar labirentinin önce mağduru sonra kölesi oluyor.
Oysa çözüm hemen her zaman insanın ‘olumsuz’ olarak nitelediği bu şartların içinde gizli. Çözümü görebilmek adına insanın dünyaya, hayata ya da içinde olduğu hale baktığı pencereyi değiştirmesi gerek. Sokağa çıkmak, insanlarla iletişim halinde olmak. Belki evine ve gönlüne yakın bir STK’nın merkezini ziyaret etmek. Zaman ayırıp onlarla sohbet etmek. Hatta daha da ileri gidiyorum tüm imkânsızlıklarının içinde zaman ayırıp gönlüne yakın bir STK’da gönüllü görev almak.
Kendi sorununun içinde kaybolmuş insan hemen her zaman pencerelerinin tüm perdelerini ve panjurlarını dünyaya kapatmış oluyor. Kapı, pencere ve panjurlar kapalı oldukça da insanın bağları kopuyor. Hem çevresiyle hem kendisiyle. Hayat otomatikleşiyor.
Teknolojinin gelişmesi ve pandeminin de hızlandırmasıyla eskiden yüz yüze yaptığımız işler bilgisayarın soğuk ekranından yapılmaya başlandı. Birçok yazar dostum gazete için yaptıkları röportajları mail üzerinden soru gönderip soruların yazılı olarak cevaplanması sistemiyle gerçekleştiriyorlar. Oysa benim için gazete röportajları, gündemine konu kişiyi tanımak hatta karşılıklı tanışmak üzerine kurulu bir sohbet, giderek bir muhabbet. Zira soru her zaman cevabını özlese de asıl mesele cevabın içindeki soruda gizli.
Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada önüme bir araştırma çıktı. Genç kızların denek olduğu bu araştırmada deneklerin yarısının anneleri ile mesajlaşması, yarısının ise telefonda görüşmesi istenmiş. Araştırmanın sonucunda anneleri ile telefonda konuşan gençlerin mutluluk düzeyleri yükselirken mesajlaşanlarda böyle bir etki olmamış. Paylaşımda kaynağı belirtilmediği için araştırmanın doğruluğu tartışılabilir. Ancak kişisel deneyimim yüz yüze buluşmaların insanı yazışmalardan daha çok büyüttüğü, geliştirdiği ve zenginleştirdiği yönünde.
Nitekim geçtiğimiz hafta sonu bir röportaj için Çatalca’ya kadar gidince, bir de Nesin Vakfı’na uğrayalım dedik. Orada kaldığımız kısa sürede vakfın şu anda 40 kadar okumaya istekli çocuğa nasıl bir ‘yuva’ olduğunu, çocukların okul dışı saatlerde, merak ve ilgi alanları doğrultusunda yerine göre toprağa dokunarak kendi yeşilliklerini yetiştirdikleri, yerine göre marangozluk yaptıkları, kitap okuyup tartıştıkları, oyun alanları, piyanolar, resim, seramik ve benzeri sanat çalışmaları ile meraklarını gerçekleştirebilecekleri; kediler, köpekler ve diğer hayvanlarla iç içe ve her gelenin katkıda bulunacağı bir ortam yarattığını gözlemledim. Aziz Nesin’in çalışmalarının, çalışma ciddiyetinin, kitaplarının ve ona hediye edilmiş olan her şeyin arasında bir doğa/müze/etkinlik evinde yaşamanın zenginleştirici gücüne şahit oldum.
Çocukları hayata hazırlayan, her ne olursa olsun kendi ayakları üzerinde durmalarına olanak sağlayan Nesin Vakfında her birimizin taşın altına elini koyabileceğini gözlemledim. Ve paylaştıkça, -tabi ki Nesin Vakfı bir örnek- gönlünüze yakın bir STK’da gönülden bilfiil görev aldıkça, kimi zaman yemek pişirdikçe, kimi zaman sadece sandalye taşırken ya da bir etkinlikte etraftaki çöpleri toplarken yani demem o ki illa da kafanızı taktığınız uzmanlık alanınızda olmasa bile o anın ihtiyaçları içinde yapabileceğiniz ne varsa yapmaya başladığınızda sizin insanlara dokunduğunuz kadar insanların da size dokunduğunu, ilişkilerin geliştiğini, hayatın yeşerdiğini görüyorsunuz. O STK’ya ilk adımınızı attığınızda aklınıza bile gelmeyecek, hayal bile edemeyeceğiniz yollar açılıyor önünüzde.
Nesin Vakfı yıllardır 23 Nisanlarda yaklaşık 10 bin çocuğu ağırladıkları devasa bir şenlik düzeliyor. Bu etkinlik için de her türlü desteğe kapıları açık. Demedi demeyin.
Bu hafta arkadaşım, dostum, hayatımın en zor günlerinden birinde (yukarıda yazdıklarıma rağmen bu da başka bir gerçek) uzun zamandır konuşmamışken ve o an neler yaşadığımı bilmeksizin telefonuma gönderdiği bir mesajla hayata ve umuda inancımı uyandıran Doret Habib’in kitabından bahsetmek istiyordum. Bunca yıllık dostum, Şalom yazarı Doret Habib profesyonel hayatından damıttıklarını bireysel ya da profesyonel hayatta nasıl bir marka olunabileceğini rahat anlaşılır, lokma gibi yutulur didaktik bir dille yazılmış bir kitapta okurlarına sundu. Doret ‘Mavi Çileğin Sırrı’ isimli kitabında benim gibi bir ayrık otu da olsanız, ender bulunan bir mavi çilek de olsanız bu halinizi olumsuz değerlendirmek yerine sizi ya da ürününüzü diğerlerinden ayrıştıran bu özelliklerin sayesinde güçlü bir marka olarak yükselebilmenizin yollarını tarif ediyor. Yola çık, yöntemler belli. Ama başarmak için bu yolda yürümek, emek ve çaba sarf etmek gerek.
Meraklısına not: