Aile ve arkadaş çevremde edebiyata ilgi duyan hiç kimse yokken, ayrıca bu derslerimde başarısız olurken, ben nasıl yazı hayatına bulaştım diye zaman zaman düşünmüşümdür. Şiir yazmaya lise öğrencisiyken başladım. Oysaki yazma dürtüsü için ortaokul sıralarında, edebiyat öğretmenimin tahtaya yazdığı bir dörtlükle ilk kıvılcımın çaktığını düşünüyorum. O yıllarda şiire karşı bir ilgim olmamasına karşın, bu dörtlüğü okuduğumda etkilenmiş, birkaç yıl dilimde dolanıp durmuş, nasılsa sonradan benzer bir şeyler karalama hevesiyle şiir okyanusuna dalmışım. Aynı şekilde bir yakınımın yüreklendirmesiyle bir sanat haberini kaleme almıştım. Gazete sayfasında adımı gördükten sonra içimdeki bu kıvılcım tutuşmuş, deneme yazmaya özenmiştim.
Kuşkusuz içimdeki o yazma dürtüsü olmasa, sürekli kendimi aşmak, daha güzele ulaşmak için çaba harcamasam, tutuşan o ilk kıvılcımlar, nasılsa bir süre sonra söner giderdi. Sanırım en önemlisi, ortaokul edebiyat öğretmenimin içimdeki karanlığı aydınlatacak mumu yakmış olmasıdır!
Kendimle ilgili verdiğim bu sıradan örneğe karşın, her birimizin sahip olduğu, ancak farkında olmadığı, karanlıkta kalmış tüm değerler için benzer sözleri söyleyebilirim. Nitekim geçenlerde okuduğum Matt Haig’in Rahatlama Kitabı’ındaki şu sözler de düşüncelerimi pekiştirmeme yardımcı oldu:
“Karanlıkken, sahip olduklarımızı göremeyiz. Bu onlara sahip olmadığımızı göstermez. Onlar hâlâ gözümüzün önündedir. Kaybettiğimizi sandığımız şeylerin yalnızca gizlendiklerini anlayabilmek için tek yapmamız gereken, bir mum yakmak ya da bir umut ışığı bulmaktır.”
Bu mumu belki biz yakacağız, belki de bir başkası bizim için yakmış olacak. Önemli olan onun ışığından aydınlanabilmek! Ayrıca en zayıf bir mum ışığının bile, bir umut barındırdığını unutmayalım.
Bir süre önce okuduğum şu öyküyü de paylaşmak istiyorum:
Bir zamanlar, Buda okulunda bir öğrenci, üstadı ile meditasyon yaparken, “Üstadım, sonsuz mutluluk cennetini göremiyorum. Ben onun var olduğuna nasıl inanabilirim?” diye sormuş. Üstadı hiçbir şey söylemeden kalkıp bu öğrenciyi çok karanlık bir odaya götürmüş ve “Odanın köşesinde bir çekiç var.” demiş. Öğrenci gözlerini ne kadar açarsa açsın, karanlıktan çekici görememiş. Bunun üzerine üstadı bir mum yakmış. Mum ışığı ile birlikte bir çekicin odanın köşesinde durduğunu görmüşler. Üstadı öğrenciye, “Sen göremediğin için bir şey yok olabilir mi?” diye sormuş. Öğrenci bu sözü duyar duymaz üstadının söylemek istediğini hemen anlamış, o günden başlayarak uygulamasında daha çok çaba harcamış.
Bu öyküyü anlatırken Nâzım Hikmet’in bir rubaisinde geçen şu dizeyi anımsadım:
“Körler onları görmese de yıldızlar vardır.”
En yoğun karanlıkta bir mum ışığı ne kadar önemliyse, bir insanın içsel değerlerini ortaya koyacak, karanlığını aydınlatacak insanların varlığı da o kadar önemlidir. Bunlar ailemizin bir bireyi, öğretmenimiz, yakın bir arkadaşımız, okuduğumuz kitaplardan biri ya da birkaçı olabilir. Kimi zaman bir söz bile aydınlanmamızı sağlıyor. Yeter ki bu etkilere kapılarımızı her zaman açık tutabilelim!