Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı iç ve dış gelişmeleri göz önünde tutarak geçen hafta, önemli bir tespitte bulundu: “Türkiye’nin yaşadıklarını başka bir ülke yaşasa toparlanması on yıllar sürer.” Sn. Cumhurbaşkanı’nın bu tespitini -haddim olmayarak- önemli görmekteyim.
Öyle ki bilindiği üzere, Türkiye'nin jeopolitiği ona, Kanada ya da Hollanda kıyılarındaki rahatlık psikolojisini sağlamadığı gibi, her dönem ve konjonktürde onu, uğraşacağı birçok sorunla karşı karşıya bırakmaktadır. Arap Baharı sürecinin başladığı 2010 Aralık’ından Suriye İç Savaşı’nın sonuçları ve devamındaki on yıl içinde cereyan eden olayları ayrıntılamamıza gerek yok sanırım.
Türkiye bu süreçte, yoğun kitle göçüne maruz kalacak ve sınır güvenliğinden demografik tartışmalara kadar birçok yeni olaylar etrafında sınanacaktır. Tüm bu süreç yaşanırken bölücü terör örgütünün eylemleri ve dış odaklı istihbari faaliyetler, Türkiye’nin baş etmek zorunda kalacağı bir diğer gelişmelerdir.
Bu bağlamda, 2020’den bugüne Türkiye’mizin etrafında yaşanan gelişmelere kısaca değinmek isterim. İlk olarak, hatırlanacağı üzere, 2020 sonbaharında Azerbaycan ve Ermenistan arasında II. Karabağ Savaşı patlak verecek ve Azerbaycan Ordusu, Ermenistan güçlerini geri püskürtecektir.
Türkiye’nin yanı sıra, İsrail’in de söz konusu savaş sırasında Azerbaycan’a yoğun askeri, istihbari ve teknolojik desteği ile Rusya’nın neredeyse Erivan yönetimini cezalandırıcı politikaları, Azerbaycan ordusunun Ermeni güçleri karşında ilerlemesini hızlandıracaktır.
Türkiye çatışma öncesi, gerilimin çıkmaması ve çatışma sonrasında da yayılmaması için birçok diplomatik çabayı sergilese de Ermenistan tarafının, Batı’nın özellikle Fransa’nın desteğinden emin tavırları, Azerbaycan’a saldırı konusunda Erivan’ı cesaretlendirmekteydi.
II. Karabağ Savaşı’nın gerçekleştiği aynı yıl içinde, Ortadoğu’da kabuk değişimi yaşanmaktaydı. Donald Trump’ın önderliğinde İsrail ve Körfez ülkeleri arasında bir dizi normalleşme anlaşmaları imzalanacak ve bu süreç, ‘İbrahim Anlaşmaları’ olarak adlandırılacaktı.
Türkiye, geçmişten bugüne Ortadoğu’da dış müdahalelerin ortadan kalkması, İsrail-Filistin geriliminin hakkaniyete uygun olması hususunda izlediği politikalar gereği İsrail’in bölgedeki diğer Arap ülkeleriyle normalleşmesini olumlu karşılayacak; ancak bu normalleşmenin, Filistin sorunu ile Filistinlilerin mağduriyetini gölgelemesine de izin vermeyeceğini defaatle belirtecektir.
2022’de ise Vladimir Putin’in çılgınca bir karar alarak Ukrayna’yı işgali, Türk dış politikasının zorlandığı alanlardandı. İşgalin ilk günlerinde ‘bekle-gör politikası’ izleyen ülkemiz, bir yandan Ukrayna’nın toprak bütünlüğü ile egemen devlet olma vasfının çiğnenmemesini dile getirip bu konuda Kiev’in yanında olduğunu belirtirken diğer taraftan da Moskova ile ilişkilerin zarar görmemesi için Batılı ülkeler gibi fevri davranmayacak ve Rusya’ya karşı yaptırımlara katılmayan tek NATO üyesi olacaktır.
Ankara, Rusya’ya karşı yürüttüğü bu politikasını, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nden ayrılmadan ve her defasında, gerek taraf devletler gerekse başta ABD olmak üzere konunun diğer muhataplarına da sözleşmenin niteliğini hatırlatacaktır.
7 Ekim 2023’te, Hamas’ın İsrail’e karşı başlattığı saldırılar neticesinde Türk-İsrail yakınlaşmasının hangi noktaya geldiğini, bugüne dek yazılarım ve youtube kanalımdaki yayınlarımda da ifade ettiğim için bu konuya yeniden değinmeyeceğim; ancak Türkiye gibi jeopolitik kimliğinin çok çeşitlilik gösterdiği ülkelerin, tek tip ve belirli kalıplara sığdırılmaya çalışılacak dış politikalarının ol(a)mayacağını yenilemek isterim.
Başlangıçta belirttiğim gibi, Sn. Cumhurbaşkanının, “Türkiye’nin yaşadığını başka ülkeler yaşasa toparlanması on yıllar alır” ifadelerini, Türkiye’nin coğrafyasının, siyasetinin, dış politika yapım gücünün ve elbette krizler karşısında sağduyulu davranma güdüsünü her şeye rağmen kaybetmeyen kadim Türk halkının ferasetinde de aramamız gerektiğine inanıyorum.
Son üç yıldır Türkiye’nin, Türk Dışişleri Bakanlığımızın ve diplomasinin kurmayları olarak tanımladığımız diplomatlarımızın, krizler karşısında temkinli ve bir o kadar da tarafları itidale çağırıp çatışmaların bölgenin geneline sirayet etmemesi amaçlı gösterdikleri çaba ve istekleri de dikkat çekicidir ve takdirle karşılanmalıdır. Bölgede bir an Türkiye Cumhuriyeti adında bir devletin olmadığını farz edelim… Söz konusu tüm bu krizlerin hangi güçlerce çözümlenebileceği ya da çatışmaların çözümü üzerine, kimler tarafından ve nasıl katkı sağlanabileceği üzerinde gerçekten de düşünülmesi gerekiyor.