Türkiye’de çocukların ruhsal sorunları sebebiyle çocuk psikiyatristlerine, psikologlara başvuruları artıyor mu sorusu, her kuşak gazetecinin sorduğu bir soru olmakla beraber yeni değil. 22 yıl önceki bir dergi sorusundan türettiğim ilk cümlede olduğu gibi, bu başvuruların artmasına dönük bir beklenti de var. Eski yazılara bakmak ‘tarihsel’ bir perspektif verdiği kadar şimdiki durum ve gelecek hakkında düşünmemizi de sağlıyor.
Çocukların ruh sağlığına ilişkin başvurular sürekli artarken, başvuruları karşılamaya yetecek kaynakların azlığı da her sorunun cevabında tekrarlanan bir husus: “Ailelerin çocuklarını alıp başvurabilecekleri yerlerin sayısı, başta çocuk psikiyatrisi klinikleri ve diğer kamusal ruh sağlığı merkezleri olmak üzere, ihtiyacın o kadar altında ki...” diye başlayıp giden bu cümle yıllar içinde tekrarlandığında bir yandan ruh sağlığı sorunlarının nerede, nasıl çözümleneceğine ilişkin tek yol olarak hizmet veren sayısını arttırmayı ön plana getiriyor. Bu özellikle 22 yıl önceki koşullarda, çocuğunun ruhsal durumunun farkında olan, ruhsal durumunda çıkabilecek sorunlar için uzmanlaşmış kişilerden akıl almak, yol sormak isteyen anne-babaların çocukları ile gidecekleri yer sayısının sınırlı olduğu bir dönem için geçerli bir çözüm önerisiydi. Çocukların yanı sıra, kendi kimlik formasyonlarının gerçekleştiği bir dönemde, çeşitli gelişim ihtiyaçlarını ve problemlerini vakitlice fark edip, destek ve tedavi talebinde bulunan ergen ve gençlere yetecek sayıda uzmanımız da yoktu. Yoğun iş yükü altında ezilen ve o dönemki ağırlığı taşıyan üniversite klinikleri, en çok ihtiyacı olanlara bile yetişemez duruma düşüyordu. Büyük kentlerde, geniş toplum kesimlerine üniversite ve kamu hastanelerindeki çocuk psikiyatrisi kliniklerinin, hizmetleri daha çok orta ve üstü sınıfa yönelik serbest çocuk psikiyatrisi uzmanlarının ve özel danışmanlık kurumlarının sayısı 1990’lara göre bile bir patlama yapmış durumdaydı; ama bu Türkiye'nin çocuk ve gençlerinin ruhsal sorunlarına yönelik sahici bir ilerleme olarak yorumlanamazdı.
Nitekim, bugün durup geldiğimiz noktaya bakınca, ülkemizde çocuk psikiyatrı, yetişkin psikiyatrı, klinik psikolog, psikoterapist sayısında büyük artışa rağmen ihtiyacın tam karşılanamadığını görüyoruz. Aradaki çeyrek yüzyılda başta depremler olmak üzere doğal afetler, sürüp giden şiddet olayları, savaş ve göç nedenli toplumsal değişiklikler, ekonomik ve siyasi krizlerin bitmek bilmez etkileri ve yeryüzünün geleceğini riske sokan iklim krizi gibi görmezden gelinen tehlikeler, yoksulluk ve eşitsizlik gibi say say bitmeyecek etkenlere bağlı olarak ruh sağlığındaki zorlanmanın artışına yetişmek, kliniklerin sayısını yetiştirmek mümkün mü?
O sıradaki şu saptama bence hala geçerli: “Geniş toplumsal kesimlere dönük ruh sağlığı programları için çabalamamız gerekiyor. Çocuk psikiyatristlerine başvuru gereğini azaltmak hedefimiz olmalı. Çocukları ve ailelerini sorunların varlığını hissedebilecek, sorunların önüne geçebilecek, kendi ruhsal dünyasını, beyninin işleyişini tanıyacak şekilde eğitmek ve donatmak bunun yollarından birisi. Toplumun gelişmekte olan kesimi olan çocukları, gençleri ve ailelerini destekleyecek, onların ruhsal gelişimlerinin önündeki engelleri kaldıracak girişimlere ihtiyaç var. Çocukları ve gençleri kitlesel ruh sağlığı programlarıyla psikolojik olarak bir şekilde ‘aşılayabilirsek’, onların altyapılarını güçlendirebilirsek, çocukların gelişimlerini hızlandırıp hayat kalitelerini arttırırken, çocuk psikiyatristlerine başvuruların azalmasını da sağlayabiliriz.” 22 yıl içinde bu konuda yapılan çalışmalar az sayıda değil, ama yeterli de değil. Önceki yazılarımda okulların bir sosyal duygusal gelişim alanı şeklinde örgütlenmesinin olmasının ruh sağlığını koruyucu etkilerini anlatmıştım.
***
Basından gelen bu tip sorular içinde her zaman en az biri de ‘modern teknolojinin ve kentsel yaşamın ruhsal sorunları arttırıcı bir etkisi’ olup olmadığı üzerine olur. Kentsel yaşamın ruhsal sorunları arttırıcı olduğu, özellikle göçle birleştiğinde şizofreni gibi ciddi ve genetik yatkınlığa dayalı ruhsal bozuklukları tetiklendiği çokça kanıtlanmış bir bilgi. Ancak teknoloji ile ruh sağlığı arasındaki ilişki biraz daha karmaşık. Sorunun önceki şekillerinde teknolojiden kastedilen bildiğimiz telefon ve televizyonken daha sonra tabletten çizgi film seyretmek, sosyal medya ve sanal gerçekliğe dönüştü. Ama biz yine televizyon devrine, akıllı telefon/tablet öncesine dönüp o sıradaki fikirlerimizi toparlayalım: “…Modern hayat biyolojik yatkınlıkları sonucu beyinsel/ruhsal donanımlarında duyarlılıkları ve zaafları olan çocuklar için (imkânlar kadar) riskler de getirmektedir. Bu noktada, herhangi bir modern teknoloji ürününü toptan kötü ilan etmektense, çocuk ve gençler için hangi koşullarda zarar oluşturacaklarını belirlemek, hangi çocuklar için bir ruhsal bozukluk riskini arttığını bilmek ve toplumla paylaşmak en uygunu gibi gözüküyor. Örneğin, TV'yi ele alalım. TV, konuşma gecikmesi olan üç yaşında bir çocuk için iletişimini iyice kısıtlayacağından ötürü hiç seyretmesini istemediğimiz bir aygıtken, aynı yaştaki başka bir çocukta 30-45 dakika arasında ve küçük çocuklara yönelik programları izlemesinde yarar bile görebiliriz. Teknoloji ürünleri başta olmak üzere modern hayat unsurlarına ruh sağlığı açısından yaklaşım ilkesi basitçe şöyle: çocuğun duygusal-sosyal gelişimine katkısı nedir? Anne-baba ile çocuk arasındaki ilişki kalitesini, karşılıklı iletişimi nasıl etkiliyor? Yeni hayatın çarpıcı bir özelliği, ailelerin hayatlarındaki zaman akışını eskiye göre hızlandırması, anne-babanın en başta ekonomik sebeplerle hayatlarının büyük bölümünü işle ilgili faaliyetlerle geçirmeleri ve geriye adeta posalarının kalması... Çocuklarla birlikteliğin yoğunluğunu azaltarak, tam da karşılıklı ihtiyacın giderek arttığı dönemlerde.”
Sizce 2002’den bu yana söylemlerimizde ne değişti? Bu düşünceleri yazıya döktüğümüz dönemin çocukları bugünün genç yetişkinleri/anne-babaları olduklarında bu konuları kendi hayatlarında nasıl ele aldılar?
Bu soruları siz düşünedurun, çocuk ve gençlerin ruh sağlığına ilişkin değişmemiş yaklaşım ilkelerini özetleyeyim: “Çocuklar büyüklere benzemez; onların küçülmüş halleri değillerdir. Büyükler, küçüklerin büyümüş hali olsalar da... Çocuklar, bireysel gelişimlerinin en kritik, en etkili ve en değişime açık dönemlerinde olan bireylerdir. Beyin gelişiminin değişime en açık olduğu çocukluk, gelecekle ilgili çerçevelerin belirlendiği, ana çizgilerin şekillendiği ve bazı sorunların ipuçlarını verdiği bir dönemdir. Bu değişimin hızına ayak uyduracak yaklaşım, çocuğu içinde olduğu koşullarla birlikte değerlendirecek ve onun gelişiminin önündeki engelleri kaldırmayı amaçlar. Çocukla ilişki kurarken, onun temposuyla uyumlu, ona erişmeyi hedefleyen yollar kullanılır.”