Özgür ruh

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı Sesli Dinle
1 Mayıs 2024 Çarşamba

Kışı yaşamayan, beyaz güzelliğin hiç uğramadığı Dersaadet’te güneşli bir gündü.

Deniz kenarında soluk almaya çalışıyordu. Durgun suda oluşan mucizevi halkaları bir kez daha gözlemlemek için eline alelade bir taşı alır ama bir an duraksadıktan sonra yere atar.  

Antoine Roquentine’i, Jean Paul Sartre’ın ‘Bulantı’ romanının kahramanını hatırlar aniden ve aydınlığa rağmen karanlığa dalar.

Antoine Roqentine, bir gün gördüğü bir taş parçasını eğilip yerden almak istediğinde, bunu yapamayacağını anlar; çünkü o anda varoluşun absürtlüğüne karşı bir bulantı hisseder. Muhtemelen taşın çirkinliği ona varoluşun çirkinliğini, diğer bir deyişle anlamsızlığını ve giderek absürtlüğünü anımsatır. Çirkinliğin hatırlanması onda bulantı hissi uyandırır.

Antoine, etrafındaki nesnelerden ve insanlardan iğrendiğini hissederek varoluşun anlamsızlığıyla boğuşmaya başlar. Bulantısı, dünyaya karşı artan yabancılaşmasını yansıtan kasvetli bir ruh hali yaratır.

***

Dersaadet’in güneşli ve aydınlık bahar sabahında denizin şehvetli çağırışına rağmen taşı suya atamamıştı Roquentin’i hatırlarken. O an, onu çağıran denizi de kafasından atacak ve yaşamı, insanları, çevresindekileri, toplumu büyüteç altına almaya başlayacaktı. Güneş tepesinde baharın sıcaklığını hissettirdikçe, giderek yabancılaştığını hissettiği hayatına ve onu oluşturan oyuncularına odaklanır. Aslında hiç de yalnız bir insan değildi. Lakin yine de,b ulantının yarattığı haleti ruhiyesinin nedenin iç sorgulamasına başlayacaktı.

Etrafındaki, sosyal ilişkilerde bulunduğu insanları gözünün önüne getirdi akabinde.

Hepsi sözde mutlu görünüyordu, oysa onlar mutsuz olduklarının bilincinde bile değillerdi.

Modern tüketim çağının girdabında debelenip dururlarken, hız ve tüketim en önemli varoluş karakteri olmuştu hayatlarında.

Her şey tüketildikten sonra sona eriyor ve sonra yeni şeyler arzulanıyordu kısa zaman içinde. İstekleri kısa bir süre sonra istemediklerine dönüşüyor, yeni sevgi- sevgisizlik sarmalına kulaç atıp yeni isteklerini de tüketerek aslında kendilerini tüketen bir anaforun içine giriyorlardı.

Kişisel gelişimcilerin o meşhur, ‘kendini bil’ aforizmasına karşın kendilerini bilmemekten öte, kendilerini aramıyorlardı bile. Kendilerini dönüştürmek için enerjileri yoktu artık. Varoluşları ve kimliklerinin rengi, başkalarının davranışları ve düşünceleri üzerinden oluşuyordu. Özgür ruh yoktu, yalnızlıktan korkup sürüye takılmayı tercih ediyorlardı.

Hayal bile etmeyi unutmuşlardı.

İnsanoğlu’nun en gizemli özelliği parmak izi bile sadece ait olduğu insana ait biricik ve benzersiz olmasına rağmen bu simgesel biricikliğin anlamını idrak edemiyorlar, aksine başkaları gibi yaşamaya çalışıyorlardı. Benzer yaşamlar onların korktukları yalnızlıktan kaçışın tek yolu olmuş durumdaydı. Kalabalık yalnızlıkları, özgür ruhun dingin ve verimli yalnızlığına tercih ediyorlardı.

Belki de çoğu büyüyememiş çocuklar gibiydi. Konfor alanlarında isteklerinin hep yakınları tarafından şartsız koşulsuz kabul edildiği küçük çocuklar gibiydiler. Konfor alanları işgal edilmeye, isteklerinin karşılanamamaya başladığı andan itibaren sıkıntıya hatta depresyona girmeye başlıyorlardı. Zira sürüden ayrılmamak için çalışıyorlardı. Özgür ruhlarını toprağa gömdükleri için zorluklar karşısında mücadeleyi unutup yeni yollar aramıyorlardı bile.

Tüketerek mutsuzluklarını örtmeye çalışıp, mutluluk yanılsamalarını mutluluk pozlarıyla düzeltmeye çalışırken, tatminsizlikleri yollarına engel olmaya devam ediyordu.

Ezcümle, özgür ruh yoksunluğu mutsuzluğun en başat faktörü olarak ruhlarını ele geçirmişti…

Çoğunluğun böylesi bir çukurda olduğu toplumda her şeyin bilincinde olanların yaşamı ne kadar da azap verici olmalıydı.

***

Güneşli gökyüzü kendini gri bulutlara bırakmaya başlamıştı sakince. Temiz ve aydınlık hava, yavaş yavaş boğucu bir atmosfere eviriliyordu.

Birden düşündüklerini teyit etmek istercesine yıllar önce gördüğü o kültleşmiş Truman Show filmini hatırlar. Truman, aslında koca bir stüdyo olan güneş dolu bir adada yaşamaktadır. Her gün bir önceki günün benzeridir, hiçbir yenilik yoktur ve yüzünde her daim yapay bir mutluluk gülümsemesi vardır. Asıl tuhaf olan ise bunun bir televizyon programı olduğunu bilemeyecek kadar, belirsizliğin olmadığı, özgür ruhun yerlerde süründüğü ama mutlu bir hayat sürdüğünü sanmasıdır…

Gökyüzünü bulutlar iyice sarmaya başlarken, bugün toplumun çoğunun Truman gibi yaşadığını düşünür.

Sonra ‘Her’ filmindeki topluma iyice yabancılaşmış, uyumsuz Theodore’u düşünür. İnsanlardan umudunu yitirmiş kahramanın yapay zeka ile oluşturulmuş bir kadına, sadece sesiyle ilişkiye girerek aşık olmasını hatırlar.

Nietzsche’nin deyimiyle çürümüş, dekadan topluma küsenlerin de yollarını şaşırabileceklerini düşünür o an.

O halde çözüm neredeydi?

 

***

Friedrich Nietzsche’ye göre, ‘Tanrı’yı öldürmüş’ olan, çöküş halinde bulunan toplumda iki tür dekadan insan vardır. Biri farkındalık yoksunluğu içinde, hayata dayanabilmek için iyimserliği oynarken, ikincisi ise hayatı dayanılmaz görüp kötümserliğin içinde debelenen insandır.

Truman’ın birinci tür dekadan, Theodore’un ise ikinci türü olduğunu düşünür.

Düşünüre göre çıkış yolu insanın kendi arayışı içine girmesi, hayatı olumlaması ve bu süreçte yaşama sanatsal bakmasıydı. Bu, kendisine dayatılanı ters yüz edip kendi biricik anlamını arama ve inşa yoludur ve bu süreçte sanat en büyük yardımcı öge olacaktır.

Nietzsche, İnsan’ın ancak estetik ve sanatsal faaliyet yoluyla dış dünyadaki içsel varlığını gerçekleştirebileceğine inandı. Sanat üreterek, insanlığı dekadanstan kurtaracak olan, hayatı olumlama pratiğine de ulaşılmış olunacaktı.

Bugüne kadar geliştirilen sözde ahlak normlarının tamamı, hayatın gerçek doğasını yaşamamızı engellemişti Nietzsche’ye göre. Hayatı olumlamamak nihilizmin bizatihi kendisiydi.

O halde düzlüğe çıkmak için özgür ruha ve elbette, başka bilinmez hayatlar adına bugünü zindan havasına dönüştüren değerler yerine yaşanılan hayatı olumlayan, yücelten, kutsayan, yeni değerlere ihtiyacımız vardı…

***

Kafası iyice karışık bir durumda gökyüzüne bakar. Kara bulutların her yeri kapsadığına tanık olur. Havadaki sıkıntıyı iliklerine kadar hisseder.

Sartre’ın kahramanının bulantısı aslında bir bilinçlenme ve uyanmanın başlangıcını teşkil ediyordu.

Birazdan başlayacak yağmurla birlikte ise havadaki ve yüreğindeki sıkıntının geçeceğine inanır.

Hayatı olumlamaya, sürüden hep ayrı kalmaya ve kendisini hayata karşı yabancılaştırıp aşağıya çekmeye çalışanlardan kaçmaya karar verir.

Bu yolda felsefe ve müzik ona yardım etmeye söz verecekti…

Yağmur başlamış, çıplak kafasına şiddetle düşen her damlayla birlikte, bulantısı da geçmeye başlamıştı.

Özgür ruh yola koyulmuştu bile…

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün