Bazen bir film izlersiniz, ruhunuz karşı konulamaz bir arzuyla o anda kalmak ister. Donup kalırsınız orta yerde.
Hayatın kaosu içinde, yerine getirmek zorunda kaldığınız, sizi sizden almış olan hayat zorunluluklarını zihninizde ters yüz ederken, o film, sizin boşlukta kalmış arayışlarınıza yanıt verircesine, bugüne kadar hissedip de haykıramadığınız duygularınızı açığa çıkarmanıza vesile olur.
Varoluşunuzu, hayatınızı hızlıca sorgulamaya başlayıp, ‘hedefe’ ulaşmada nerede olduğunuzu sorarsınız kendinize sessizce. Başarının, var olmanın, varlıkla ilişkilendirildiği bir dayatma karşısında birden ‘ama’larınız benliğinizi sarar. Hedef noktasının çocukluktan itibaren zihinlerinize yerleştirilenin ötesinde başka bir yerde olup olmadığını düşünmeye başlarsınız. Kuşaklar boyunca sorgulanmamış hedefin ne olduğunu, orada mutluluğun garanti olduğu yanılsamasının, tanıdık tanımadık canların hayatlarında nelere mal olduğunu da aklınızdan geçirirsiniz.
İşte böyle bir film, Mükemmel Günler…
Kült yönetmen Wim Wenders’in Cannes ödüllü filmi; unuttuğumuz, unutturulmak istenen, unutturmak için sistemin elinden geldiğince zihnimize boca ettiği ‘çağdaş’ aparat ve sözde ‘hayatı kolaylaştıran’ ögelerle dolu dijital dünyanın antitezi olan analog hayatın gizemini hatırlatıyor bize.
Varlıklı bir hayatı kendi isteği ile terk ettiğini anladığımız Hirayama, kapitalizmin ve modernizm ile teknolojinin başkentlerinden biri olan Tokyo’da minimalist bir hayat sürmeye karar verir. Yalnız yaşadığı küçük evinde her sabah erkenden mutlu bir modern insan mağduru olarak yer yatağından kalkar, dişlerini fırçalar, sakal tıraşını olur, küçücük saksılarında özenle yetiştirdiği bitkilerini büyük bir dikkat, özen ve saygıyla sular. Sonra tulumunu giyip dışarıya çıkar. Gökyüzüne, şükran duygusuyla yüklü içten bir gülücük selamı gönderir. Aracına binmeden önce, evinin bitişiğindeki otomattan kahvesini alır ve aracını işyerine doğru sürer.
21. yüzyıl insanının unuttuğu müzik kasetini müzik çalarına koyar. Her sabah olduğu gibi 1970’lerin ,1980’lerin rock parçalarını dinler. Lou Reed’in ‘mükemmel gün’ parçası onun olmazsa olmazıdır her sabah. Zira o hep mükemmel bir güne uyandığına inanmaktadır. Yol boyunca şarkıların sözlerini mırıldanarak nostaljik müziğe kaptırır kendini. The Kinks, Nina Simone, Patti Smith, The Animals’ın o unuttuğumuz şahane bestelerini dinleyerek gider işine.
Bir gün arabasına aldığı 20’lerinde bir genç kızın , ‘bu kasetleri akıllı telefona yükleyebilir miyiz’ gibi absürd sorusunu anlamaz, ‘peki bu şarkılar Spotify’da var mı?’ sorusunu , ‘o dükkânı hiç duymadım ki’ diye cevaplar…
Şehirdeki umumi tuvaletlerin temizliğini mükemmel bir dikkat ve itina ile yapar. Bir işçinin çalışacağı en ‘pis’ işlerden biri olan tuvalet temizliğini şairane dokunuşlar eşliğinde, tutkuyla ve hep işine saygıyı ve kimi zaman da güler yüzünü eksik etmeden yapar.
İşini bitirdikten sonra sandviçini alır parka gider. Basit hayatın basit gıdasını tercih eder. Güneşli günlerde parkta kimsenin ilgilenmediği devasa ağaçları seyre dalar. Ağacın tepesine bakıp dalların arasında süzülen ve rüzgarla oynaşan ışık hüzmelerini- komorebi’yi -izler büyük heyecanla. Zira komorebi sadece o anda ortaya çıkar. Anı yaşamayı tercih eder. ’Şimdi şimdidir, gelecek sefer, gelecek seferdir’ der. O anlarda doğayla içi içe yaşamanın sevinciyle suratında hep bir şükran ama daha çok mutluluk karesi belirir. Anı yaşamayı tercih etmiştir.
Evine dönmeden devasa megapolün ortasında sıkışmış doğanın fotoğraflarını da çeker, büyük bir mutlulukla.
Yemeğini yer, William Faulkner’in romanını okuyarak uykuya dalar.
Ertesi sabah kalktığında rutinlerine başlar ve bir önceki gün ne yaptıysa aynısını yapar varoluş sevinciyle… Ve hayat böyle devam eder sonsuza değin…
Xxxxxx
Filmin kahramanı çok fazla seçenek, tüketim metası ve hızın sunulduğu bu modern hayatta küçülerek, daha az tüketerek, çoğumuzun hayatın her anında kendimize sorduğumuz , ‘acaba neyi kaçırıyoruz’un derdine düşmeden, mutlu olmayı seçer. İşini ne kadar sorunlu da olsa mutlulukla yaparken ağaçlar, müzik, fotoğraf ve edebiyat onun en yakın dostları ve ruhunun besleyicileri olur…
Kısaca, Hirayama, hayatlarımızı ve benliğimizi saran, ruhlarımızı, bencil, saldırgan, ikiyüzlü kılan, tükettikçe tatminsizliğe batıran modern ve dijital hayata alternatif yeni bir hayatı, saf mutluluğu ve huzura kavuşma ihtimalinin olduğu analog hayatı öneriyor.
Gerçekçi olmayabilir, ama Hirayama’nın yaşamı, çoğumuzun bu kaotik hayattan kaçma güdüsüyle dile getirdiğimiz,’ güneye gidip sahil kasabasında sessizce yaşamayı’ hedefleyen hayatın bir başka versiyonu adeta.
Çoğumuz yapamıyor. Zira modern hayatın silahları çok güçlü.
Xxxx
Aslında Hirayama bize, Friedrich Nietzsche’nin, insanın kendisini güçlü kılıp, özgürlüğe kavuştuktan sonra yaşamının hep bir döngüde geçeceğini ve bu tekrarda daha mutlu olunacağını anlatmak istediği o ünlü ‘ebedi döngü’ kavramına çok da uyumlu bir örnek sunuyor. Düşünürün hiçbir zaman tam da çözümlenemeyen o yaşam formatına en anlaşılabilir bir hayat seçeneği öneriyor bize.
Hayatı en yüksek noktayı çıkarmanın, onun sürekli yinelenmesini isteyerek başarılabileceğini anlatan bu söz, Hirayama’nın kendi yaptığı seçimle, özgürlüğüyle gerçekleştirdiği ve en yüksek mutlulukla yaşadığı ve tekrarlandığı hayatını net bir şekilde tasvir ediyor.
Üstelik bu sürekli tekrarlanan hayatı, bu döngüyü de seveceğimizi de kanıtlamış oluyor kahramanımız. Nietzsche’nin ‘amor fati’- ‘kaderini sev’ sözü tam da Hirayama’nın yüzüne yansıyan, günün her anında yaşadığı manevi huzurla açıklanabilir oluyor.
Xxxxxxx
Hayatı küçültmenin, basitleştirmenin, doğayla etkileşim halinde olmanın, bize zerk edilen modernite zehri karşısında galip gelmesi pek de mümkün olmayabilir, ezcümle.
Lakin modern insan her türlü ‘sahip olmaya’ karşın mutsuzluk sarmalındaysa, bu analog yaşam alternatifi düşünülmeye değmez mi?
Zira bu hızlı dijital dünyada hep bir şeyleri kaçırdığımızı düşünürken, yoksa biricik hayatımızın kendisini mi ıskalıyoruz?